8 Ekim 2011 Cumartesi

“GÜLÜMSETEN” ANILAR

            Hıfzı Topuz ismi ile üniversiteye başladığım yıl bir sahafta bulup, satın aldığım Gerçek Yayınevi’nin ünlü 100 Soruda serisinden çıkan Türk Basın Tarihi adlı kitabı ile tanışmıştım. 1973 tarihli ilk baskısını edindiğim o kitabı ince ince, altını çizerek okuduğumu hatırlıyorum. Zaman zaman bilimsel çalışmalarımda kaynak olarak Türk Basın Tarihini kullanmaya devam ediyorum.
            Zaman içinde Hıfzı Topuz’un tarihi roman olarak değerlendirilecek Gazi ve Fikriye, Meyyale, Taif’te Ölüm, Paris’te Son Osmanlılar, Devrim Yılları, Özgürlüğe Kurşun, Başın Öne Eğilmesin ve Abdülmecit gibi eserlerini okuyarak külliyatına hâkim olmaya çalıştım.
            Oldukça çalışkan ve üretken bir yazar olan Topuz daha önce yayımladığı Parisli Yıllar, Elveda Afrika Hoşça Kal Paris gibi anı kitaplarına ek olarak şimdi de Gülümseyen Anılar isimli hatıraları ile karşımızda. Kitap, alt başlığından ve yazarın önsözünden de anlaşılacağı üzere, Topuz’un 2004’te Eski Dostlar adıyla yayımlanan ve sekiz baskı yapan hatıratının yeni bir içerik kazandırılmış hali. Bu yeni içerik, yazarın daha önce yayımlanmamış Paris anılarını, 70’lerin ortalarında TRT’de yaptığı söyleşilerden bir seçkiyi ve yaşamında yer etmiş dostlarını anlattığı bölümleri kapsıyor.   
            Gülümseyen Anılar beş bölümden oluşuyor. “Babıâli’den Anılar” başlıklı birinci bölümde Hıfzı Topuz gazeteciliğe başladığı 1947 yılından UNESCO’da görev almak üzere Paris’e gittiği 1959’a dek Babıâli’de yaşadıklarını anlatıyor. Yazarın meslek anıları, birlikte çalıştığı basın mensupları ve meslek büyüklerinin yanında döneme ait gözlemler ve tanıklıkların oluşturduğu bu bölümde oldukça ilginç detaylar yer alıyor. Okurken kâh şaşırıyor kâh kitabın ismi gibi gülümsüyorsunuz. Örneğin, Sevr Anlaşması’nı Osmanlı Devleti adına imzalayanlardan birisi olan ve Cumhuriyet döneminde 150’liklerden birisi olarak yurtdışına sürgüne gönderilen Rıza Tevfik (Bölükbaşı) ile yazar arasında geçen bir diyalog sahiden çok enteresan. Yazarın çalıştığı Akşam Gazetesi’ne ara sıra uğrayan Rıza Tevfik bir gün genç muhabir Hıfzı Topuz’dan kendisine Marksizm’i anlatmasını istiyor. Koskoca filozof, şair ve devlet adamı Tevfik nasıl olur da Marksizm’den bihaber olur diye düşünüyor genç gazeteci Topuz kendi kendine ve ekliyor: “Osmanlı İmparatorluğu’nu kimlerin yönettiğini bir kez daha anlıyordum” diyor. (s.21) Ardından da sınıf çatışması, tarihsel materyalizm vs ile anlatmaya çalışıyor, okuması için kaynak kitaplar öneriyor.
            Hıfzı Topuz aynı bölümde ilk dış gezisi olan Suriye seyahatine yer veriyor. 1949’da bir askeri darbe ile yönetimin el değiştirdiği Suriye’ye türlü zorluklar ve yokluklar içinde ulaşan Topuz burada yaptığı üst düzey görüşmelerin yanı sıra gözlemlerini de aktarıyor. Yazarın anlattıkları ve üslubu sayesinde 50’lerin başındaki Ortadoğu okurun zihninde somutlaşıyor.
            Ve Türk gazeteciliğinin ilk sendikalaşma serüveni. 1953’te Hıfzı Topuz ve birkaç meslektaşının öncülüğünde kurulan Gazeteciler Sendikası birincil amaç olarak basın çalışanlarının haklarını korumayı kendisine görev ediniyor. Yazarın şu ifadeleri sendikanın niye böyle bir seçimde bulunduğunu açıkça ortaya koyuyor: “1950’lerin başlarında yalnız Akşam’da değil, öteki gazetelerde de gazetecinin hiçbir güvencesi yoktu. Patronlar diledikleri gibi adam alırlar, istedikleri anda gazetecinin işine son verirlerdi. Tazminat ödemek gazete sahibinin keyfine kalmış bir şeydi.” (s.52) Türk basınında benzer durumların 60 yıl geçmesine rağmen hala sürmekte oluşu sahiden üzüntü verici. Günümüzle bir benzerlik daha var üstelik. Topuz’un genel sekreterliğini yaptığı sendika, şimdiye dek sayısız örnekte yaşandığı gibi, grev hakkı istemek suretiyle “siyaset yaptıkları” gerekçesiyle DP iktidarından baskı görmüş, bizzat Başbakan Menderes tarafından kapatılmakla tehdit edilmiş. (s.59)
            Gülümseyen Anılar’ın birinci bölümü okuyucuda bir nostalji etkisi yaratıyor. Bir meslek olarak gazeteciliğin idealist gençler tarafından, büyük bir meslek aşkıyla, çoğunlukla asgari ücretin dahi çok altında maaşlar karşılığında, geçim zorlukları çekerek yapıldığı günlere götürüyor okuru. Ancak bu dönem çok uzun sürmüyor. Dış dünyada gelişmelere paralel olarak Türkiye’de yaşanan köyden kente göç, tarımda makineleşme, ekonominin dışa açılması gibi temel sosyo-ekonomik değişimler basın dünyasını da kaçınılmaz bir değişim sürecine sokuyor. Türk basını büyük sermayenin ilgi alanına girmeye başlıyor. Bunun bir sonucu olarak 30’lu, 40’lı yılların meslekten gazeteci olan, matbaada yetişen gazete sahiplerinin yerini 50’lerde basın dışı meslek gruplarından gelen sermaye sahibi yeni isimler almaya başlıyor. Aynı süreçte maddi zorluklar içine giren küçük gazeteler tiraj kaybediyor, git gide yaşayamaz hale geliyor. Büyük balığın küçüğü yutma süreci de böyle başlıyor. Topuz’un hatıralarında tüm bunlar başarılı bir şekilde okuyucuya yansıtılıyor.
            İkinci bölüm ise “Paris Yılları” başlığını taşıyor. Hıfzı Topuz’un UNESCO görevlisi olarak Paris’te yaşadığı dönemde tanıştığı, görüşme fırsatı bulduğu ünlü simalarla olan anılarının yer aldığı bu bölümde ilginç bilgiler dikkat çekiyor. Örneğin, ünlü ressam Picasso’nun bir eski Türk sanatı meraklısı ve Nazım hayranı olduğunu öğreniyoruz. (s.112) Bunun dışında Mustafa Kemal tarafından Türkiye’de bir bale okulu açmak üzere 1937’de davet alan ünlü Rus balet Serge Lifar’ı tanıyoruz. Yazarın Lifar’la olan görüşmesinden naklettiğine göre, Mustafa Kemal’in sağlığının bozulması ve kısa süre sonra yaşamını yitirmesi nedeniyle bu proje hayata geçirilememiş; Ata’nın ölümünün ardından da arayıp, soran olmamış. (s.134) Birkaç sayfa ilerde ise Türkiye’den kaçıp, Moskova’ya sığınan Nazım’ın orada da benzer baskılara maruz kaldığını, resmi kanallardan ölüm tehditleri aldığını; ne ülkesinde ne de gurbette rahat bırakılmadığını okuyup, bir kez daha burkuluyoruz. (s.144) Aynı bölümde 68 kuşağı Paris’inin belleklerde yer tutmuş izlerini Topuz’un o günlere dair hatırladıkları ile bir kez daha tazeliyoruz. Boykotlar, eylemler, sloganlar… “Solcu” Hıfzı Topuz, o günkü heyecan, yüreklerdeki devrim ateşini ve “büyük umutları” “artık aydınlık ve özgür günler gelecek, diktatoryasız, sömürüsüz bir yaşam düzeni kurulacak” sözleriyle okuruna aktarıyor. (s.147)
            Kitabın üçüncü bölümü ise Hıfzı Topuz’un 1974-1975 yıllarında TRT Genel Müdür Yardımcısı olarak yaptığı TV söyleşilerinden oluşuyor. Bu söyleşilerden ilkinde şairliği ve ressamlığı üzerine bir değerlendirme yapan Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Türk entelektüelinde oluşmuş Fransa ve Paris fetişizmini eleştiren sözlerini okuyoruz. Bedri Rahmi’ye göre Çin’den Amerika’ya, İran’dan Kızılderililere dek incelenecek, esinlenecek pek çok kültür vardır oysa (s.183). Bedri Rahmi’nin ardından Melih Cevdet ile modern Türkiye’nin kökenlerini aramak üzere Anadolu uygarlıklarına, özellikle Hititlere doğru bir yolculuğa çıkarken (ss.186-194), Samet Ağaoğlu ile yapılan söyleşide Ağaoğlu’nun babası Ahmet Ağaoğlu ile arasında yaptığı kuşak karşılaştırması ile son dönem Osmanlı tarihi ve erken Cumhuriyet dönemine sosyo-kültürel açıdan bakıyoruz.(ss. 212-213) Söyleşi yapılan isimlerden bir diğeri olan Necip Fazıl’ın bir dönem Abidin Dino, Fikret Adil ve Oktay Akbal ile çevrili bir ortamdan Büyük Doğu çizgisine kayan kişisel serüvenine Güzel Sanatlar Akademisi’nden öğrencisi Hıfzı’nın gözlerinden tanıklık ediyoruz. (ss.217-218)
            Gülümseyen Anılar’ın dördüncü bölümü Hıfzı Topuz’un yaşamında kendi deyimiyle “iz bırakmış” birkaç dostuna ilişkin yazdıklarından oluşuyor. Bunlar arasında karikatürist Ferruh Doğan, toplumbilimci-yazar Emre Kongar, ki Topuz’a göre onu roman yazmaya teşvik eden Kongar’dır, ünlü romancı Yaşar Kemal ve Melih Cevdet Anday gibi isimler yer alıyor. Bu bölümün son parçası olan “Gidenler ve Kalanlar” ise yazarın hayatından gelip geçen, çoğu yaşamını yitirmiş dostlarına bir saygı duruşu, bir selam adeta. (ss.288-291) O satırların kitabın geri kalanından farklı bir biçimde, hüzünle yazıldığı o kadar belli oluyor ki okur olarak bunu hissedip, siz de hüzünleniyorsunuz.  
            Beşinci ve son bölüm ise Topuz’un 50’lerin başlarında değişik gazetelerde yayımlanan, Napoli ve Dakar gibi dünyanın farklı noktalarında başından geçen enteresan anıların yer aldığı kısa bir kapanış olarak değerlendirilebilir.
            Gülümseyen Anılar, Hıfzı Topuz’un sıcaklığını ve içtenliğini yansıtan bir hatıra kitabı olarak adının hakkını veriyor doğrusu. Birkaç hüzün verici ve olumsuz olarak nitelendirilebilecek anı haricinde kitap, yazarın yaşamına ait tebessümle hatırlanan kesitlerden oluşuyor. Topuz’u okuyanların aşina olduğu akıcı üslup sayesinde oldukça keyifli ve sürükleyici olan bu eserle romanlarını okuduğumuz Hıfzı Topuz’u, bu kez özel yaşamı ve anıları ile yakından tanıma fırsatı yakalıyoruz.
            Topuz’un daha önceki bazı kitaplarında ad dizini olmaması eleştiri konusu olmuştu. Bir yönüyle politikadan sanata, basın dünyasından edebiyata adeta yerli yabancı bir portreler geçidi olarak nitelenebilecek Gülümseyen Anılar’ın sonuna yayıncı tarafından bir ad dizini konması okurlar ve araştırmacılar için son derece yararlı olacaktır.
            Türk basınının Cumhuriyet’le yaşıt duayen ismi, örnek bir Cumhuriyet aydını ve Emre Kongar’ın deyişiyle “anıt insan” Hıfzı Topuz’un Gülümseyen “ve Gülümseten” Anıları’nı okumak her okuyucu için keyifli bir tecrübe olacağını söyleyebilirim.

Hıfzı Topuz
Gülümseyen Anılar
Remzi Kitabevi
Birinci Basım: Ekim 2010

                                                                                  

                     

11 Ağustos 2011 Perşembe

Allah ile Aldatmak

           Yayımlandığı günlerde satın aldığım ancak bir ilginç bir şekilde bir türlü odaklanıp, okuma fırsatı bulamadığım Yaşar Nuri Öztürk’ün Allah ile Aldatmak adlı eserini içinde bulunduğumuz Ramazan ayı sebebiyle bu kez özellikle elime alarak okudum. Birkaç günümü alan bu detaylı okuma sırasında hem yazarın değindiği önemli mevzulara derinlemesine nüfuz edebilmek hem de öne sürdüğü iddialara delil teşkil etmesi bakımından Elmalılı Hamdi Yazır’ın Kuran-ı Kerim mealini de yanımdan ayırmadığımı, sıkça bu önemli kaynağa da müracaat ettiğimi belirteyim.
            Yazar dört yüz sayfalık hacimli çalışmasında, Allah ile Aldatmak olarak tanımladığı konuyu ticaretten siyasete, dini kurum ve kişiliklerin tutumlarından din-gelenek ilişkisine değin geniş bir yelpazede değerlendiriyor. Çıkış noktası olarak da Kuran-ı Kerim’de yer alan Fatır ve Lokman surelerindeki ayetleri belirliyor. Örneğin Fatır suresi 5. ayette şöyle deniyor: “Ey insanlar! Haberiniz olsun ki Allah’ın vaadi muhakkak gerçektir. Sakın o dünya hayatı sizi aldatmasın ve sakın o mağrur şeytan sizi Allah hakkında aldatmasın”. Benzer ifadelere Lokman suresi 33. ayet ile Hadid suresi 14. ayette de şahit oluyoruz.
            Yazar Öztürk’ün “Allah ile aldatmak” ibaresiyle kastettiği, özet olarak, her nevi dünya işinde Allah’ın adını, dinini ve kitabını kullanıp, onu şahit göstermek suretiyle bizatihi Allah’ın ve dininin yasak kıldığı şeylerin yapılması; insanların/inananların doğru yolun bu olduğuna inandırılması, iman ettikleri değerlerin aslından uzaklaştırılarak başkalarının menfaatlerine uygun hale getirilmesidir.
 Ticari, siyasi ve ahlaki anlamlarda takiye kavramını tam manasıyla içeren bu kavramsallaştırma içerisinde Allah’ın kendisi, peygamberleri, dini ve kitapları dünyevi ve şahsi menfaatler uğruna araçsallaştırılmaktadır.
Bu bağlam içerisine klasik anlamda dindar ile dinci arasındaki farkı da iliştirmek kabildir, bana göre. Örneğin, dindar/mütedeyyin olarak tanımlanan kimse tutum ve davranışlarında, ibadetlerinde tek kıstas olarak Allah’ın rızasını kazanmayı belirlemiş olan kimsedir.  Öztürk’e göre, “dindar, her şeyden önce dini Allah’a varmanın, O’nun hoşnutluğunu kazanmanın daha iyi ve daha yetkin insan olmanın yolu ve kurumu olarak bilen ve bu anlayışla yaşamaya çalışan insandır”. (ss. 73-74)
Dinci ise en genel manada dindarın aksine her şeyde önce Allah’ın rızasını kazanmayı değil kendi çıkarlarını gözetmeyi tercih edendir. İlk sırada gelen şahsi menfaatlerdir bireysel çıkarlardır. Bu tipler “en iyi inanan” pozu takınıp başkalarının iman derecesi hakkında yorumlarda bulunmayı da ihmal etmezler: “Dincinin belirgin niteliklerinden biri de sürekli bir biçimde başkalarının dini-imanı hakkında hüküm vermektir. Dinci Allah’ın kulları ile uğraştığının onda biri kadar Allah’a kul olmak için uğraşsaydı dünya cennete dönerdi”. (ss. 74-75)
            Dindar-dinci ikili karşılaştırmasının en temel içeriklerinden bir tanesi de Allah-kul arası ilişkinin adlarından biri olan “takva”dır. Takva, sakınma manasına gelip, Allah’ın yasak kıldıklarından sakınma anlamına gelir. Takva üzerine yaşayan kimse ise muttaki olarak nitelendirilir Kuran terminolojisinde.
Yaşar Nuri Öztürk’e göre, Allah ile Aldatma’nın alt başlıklarından biri olan “Allah ile korkutma” takva konusunda yapılan “bilinçli” yanlış tanımdan ileri gelmektedir. Öztürk’e göre, takva “Allah’tan korkmak” değil, “O’nun iradesine ters düşen şeylerden sakınmaktır”. Takva sahibi/Muttaki ise “Allah’tan korkan” değil “O’nun iradesine ters düşen şeylerden sakınan kimsedir”. (s.107)
“Korkmak başka sakınmak başka” diyen Öztürk’ün ifadesine göre “dini ve Allah’ı korku aracı haline getiren geleneksel korkucu din anlayışı” büyük yanlışlar içerisindedir.
            “Allah katında en değerliniz, takvada en ileri olanınızdır” (Hucurat,13) ayetinden yola çıkarak takva sahibi olmanın günümüzde insanlar arasında bir “değer ölçüsü” haline getirildiğini iddia eden Öztürk’e göre, insanları bu şekilde ayrıma tabi tutmak en büyük günahlardandır. Zira kimin ne derece takva sahibi olup olmadığını yalnızca Allah bilmektedir.      Bu bağlamda geçtiğimiz yıllarda yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında “Millet dindar cumhurbaşkanı istiyor” şeklinde yapılan propagandanın din ve akıl dışı olduğunu söyleyen Öztürk bu yolla “din adına dinsizlik” yapıldığının altını şu sözlerle çiziyor: “Millet eğer böyle bir şey istemişse vahimdir, eğer istememiş de birileri onun adına avukatlıkla söz söylüyorsa bu daha da vahimdir. Çünkü millet ve din adına vicdansızca yalan söylenerek ülke aldatılıyor”. (s. 59)
            Allah ile aldatmanın tarihsel çizgide başlangıç noktası olarak Emevi dönemine işaret eden Öztürk ilk örnek olarak Sıffin Savaşı’nda yaşanan meşhur Kuran ayetleri olayını veriyor: “Müslüman kitlelerin Allah ile aldatılması, Emevi kralı Muaviye’nin Hz. Ali’nin ordusunu aldatmak için Kuran sayfalarını mızrak uçlarına takıp “aramızda bir kitap hakem olsun” diyerek sergilediği şeytanetle başladı”. (s.81)
Allah ile aldatmanın Anadolu İslamı’na sirayeti ise İslam’ın Araplaştırılmasıyla başlamıştır yazara göre. Hâlbuki “Anadolu Hümanizmi’ne vücut veren İbni Arabi’de, Hacı Bektaş’ta, Mevlana’da, Yunus’da ve onların izinden giden alperenlerde Allah ile aldatma yoktur”. Ve ekliyor Öztürk: “13.yy Anadolusunda İbni Arabi-Mevlana-Hacı Bektaş-Yunus Emre (Erkan-ı Erbaa) dörtgeninde oluşan “yalnız Allah için İslam” ve “insana sevgi ve saygıya dayanan din” bugün bile eşine tanık olmadığımız muhteşem bir rahmet uygarlığının canlı kaynağı idi. Biz buna Anadolu Hümanizmi diyoruz”. (s. 81)
            Çalışması boyunca sıklıkla referans verdiği Roger Garaudy’den bu noktada iki kavrama gönderme yapıyor Öztürk: Tahakküm ve Kurtuluş Teolojisi.
Garaudy tahakküm teolojisi kavramı ile Kuran’ın bir kenara bırakılıp, eski Arapçı yorumların din haline getirilmesi ve insanlığa din olarak sunulmasını ifade etmeye çalışıyor. Bunun karşısın koyduğu Kurtuluş Teolojisi ile ise Kuran’ın özünden çıkarılan evrensel ilkeler doğrultusunda bir kurtuluşa ermeyi nitelemektedir: “Gelenekçi Arap-Emevi İslamı Kuran’ın ölümsüz evrensel ilkelerini insanlığa tanıtmamak tembellik ve beceriksizliği ile kalmamış, bu ilkelere gidebilecek yolları tıkamak gibi büyük bir hıyanetin de faili olmuştur. O ilahlaştırdığı ve Kuran’ın üzerine bindirdiği eski yorumlarla-ki Garaudy bunu çöl fıkhı olarak tanımlar-Kuran’ın hayat verici dünyasına giden yolları tıkamış, insanlıkla Kuran arasına aşılmaz geçitler koymuştur”. (s.87)
            Kuran’a ve dine ait ilkelerin, mesajların anlaşılabilmesi için Öztürk “tedebbür” kavramına ciddi manada vurgu yapmaktadır.
Kuran’ın anlaşılabilmesi için yıllardır anadile Kuran okumanın ve ibadetin önemine değindiğini ifade eden Öztürk’e göre “okunan metinlerin anlaşılması ve anlamlar üzerinde derinlemesine düşünülmesi” anlamına gelen tedebbür Kuran’ın altını ısrarla çizdiği bir kavramdır: “Kuran’a göre, Kuran okumak esas anlamıyla tedebbür etmektir. Kuran okumak asıl anlamıyla tedebbür etmektir. Tedebbür için okunan metnin dilini bilmek ilk şart olduğuna göre, Arapça bilmeyen bir Müslüman’ın tedebbür emrini yerine getirmesi için Kuran’ı anladığı dildeki çevirisinden okuması şarttır”.  (s. 160)
            Kadınların örtünmesi konusu her daim en popüler tartışma konusu memleketimizde. Bugün bilinen manada tesettürün Kuran’ın ilgili ayetlerinde-başta Nur/31 olmak üzere- olmadığını ifade eden Öztürk şunları söylemektedir: “Nur 31. ayette bir emir vardır ama o göğsün kapatılmasıdır. Başın-saçların kapatılmasına ilişkin emrin o ayetten çıkarılması zorlama ile bile mümkün olmaz”. (s. 190)
Bu bağlamda Müslüman Kardeşler Örgütü’nün kurucusu Hasan el-Benna’nın kardeşi, İslam âlimi Cemal el-Benna’dan aktarılan şu sözler oldukça ilginçti: “Kadının başını örtmesi gerektiğine dair hiçbir yerde yazılmış tek satır yoktur. İleri sürülen tek talep kadının göğsünü örtmesinden ibarettir. Ne var ki örtü çok eski bir gelenek. Gelenekler ise dinden güçlü. Geleneği devam ettirebilmek adına din kisvesi kullanılıyor. Kuran’dan böyle kadın düşmanı yorumları çıkaranlar öncelikle iktidarla ilgilidir. Bu bir iktidar meselesidir”. (s.192)
Bunun tam bir iktidar meselesi olduğu bu kadar aşikâr iken, sosyolojik temelde geleneklerin toplumların yaşantısında yeri geldiğinde dinin de önüne geçtiği gerçeğini de atlamadan, bunu olanca açıklığı ile ifade eden satırları Cemal el-Benna gibi görece dinin daha radikal kesimini temsil ettiği düşünülen bir isimden işitmek bir hayli şaşırtıcı. Lakin gerçek her yerde gerçek burada görüldüğü üzere.
            Ve birkaç popüler konu arasından seçtiğim helal gıda meselesi…
            Allah ile aldatmanın aktüel araçlarından biri olarak gördüğü “helal gıda kalpazanlığının” kısaca “İslam fıkhına yalan söyleterek Hıristiyanların kestiği et yenmez sloganıyla Müslümanları aldatıp, hijyen kurallarına uyulmadan kesilmiş kaçak etleri İslami kurallara göre kesilmiş veya helal gıda teranesiyle hem de daha yüksek fiyatlara satanlar” tarafından yapıldığını söylüyor Öztürk. Ve ekliyor: “Oysaki değil bir mezhebin fetvası, bütün mezheplerin ittifakıyla Ehlikitap diye anılan Yahudi ve Hıristiyanların kestikleri etler hiçbir kayıt ve şart aranmaksızın helaldir, yenir”. (s. 232)
            Bu noktada Maide suresi 5. ayette yer alan şu ifade yol gösterici niteliktedir: “Kendilerine kitap verilen ümmetlerin yemekleri size helal, sizin yemekleriniz de onlara helaldir”.
            Yaşar Nuri Öztürk çalışmasının son çeyreğini ise din-siyaset ilişkisi çerçevesinde Allah ile aldatmanın bu topraklar üzerindeki tarihsel seyrine doğru bir yolculuğa çıkarıyor okuru. Pek çok ilginç ve yerinde tespitlerin yapıldığı bu zihin açıcı bölümde dikkat çekici bir bölüm yer alıyor, son olarak buna değineyim.
            Kamu mallarının talan edilmesi meselesi…
            Maun suresinde yer alan ilgili ayetlerden yola çıkan Yaşar Nuri Öztürk (hocanın son kitabı Maun suresi üzerinedir) kamu malını talan eden, şahsi menfaatine alet eden ya da ettiği bilinen kimselerin cenaze namazlarına Hz. Muhammed’in katılmadığını söylemekte. Bu son derece çarpıcı bilgiye delil olarak muhaddis ve fakihlerin anlattıklarını gösteren Öztürk şöyle diyor: “Hz. Peygamber kamunun haklarına, mallarına musallat olanların, Kuran’sal deyimle “gulul suçu işleyenlerin” cenaze namazlarını kılmazdı. Bu Muhammedi tavır, Türkiye’yi yönetenlere, siyasetçilerimize, kamu mevkilerinin su başlarında bulunanlara, ibadetleri şov aracı yapanlara ithaf olunur”. (s. 228)
            Bir tarafta “devletin malı deniz, yemeyen domuz” diyen “geleneklerimiz”; diğer tarafta devlet malına tevessül edeni, kamu hakkına musallat olanı cenazesini kılmayacak kadar dışlayan Muhammedi tavır, diğer deyişle İslamiyet yani dinimiz…
            Bu örnek hem yukarıda değindiğimiz gibi geleneklerin nasıl dini inancımızın üzerine çıktığının bir göstergesi hem de inandığımızı beyan ettiğimiz bir inanç sisteminin doğrularından, prensiplerinden ne denli uzakta kaldığımızın suratlarımıza çarpılması anlamına geliyor…
            Kendimizce önemli gördüğümüz noktalara özet bir şekilde değinip, başkalarının da okuması amacıyla kaleme aldığımız bu oldukça uzun tanıtımda Yaşar Nuri Hoca’nın söz konusu kitabının yarısına ancak değinebilmişizdir.
Şurası bir gerçek ki, Allah ile Aldatmak, bazen tekrara düşüyor hissi uyandırsa da, dini bilgilerden siyasi analizlere kayıp aradaki bağlantıyı okura her daim aynı kuvvette aksettiremese de, ortaya konan analizlere katılıp-katılmamak bir tarafa, din bezirgânlığının çoktan alıp yürüdüğü ahir zamanda herkesin okuması gereken bir eser…
İnananların nasıl kandırıldığı, din adına hangi dindışılıkların servis edildiği, Allah’ın ve kitabının nasıl kişi ve grup çıkarları uğruna çarpıtıldığı, iman edilen değerlerin/inançların nasıl suiistimal edildiğini faş eden bir kitap Allah ile Aldatmak…

20 Haziran 2011 Pazartesi

Kıyıdan Köşeden...


** Bu yılın en çok tartışılan ve izlenen dizilerinin başında gelen Muhteşem Yüzyıl’ın şimdilerde “makbul” gelecekte ise “maktul” olacak olan baş veziri Pargalı İbrahim’i konu alan ilk tarihi romanın bundan tam 370 yıl önce, 1642’de (Pargalı İbrahim Paşa’nın ölümünden 106 sene sonra) Mademoiselle de Scudery adlı bir Fransız yazar tarafından kaleme alındığını ve dört cilt halinde yayımlandığını biliyor muydunuz?


** Kahvaltıların yahut akşamüstü çaylarının aranan lezzetlerinden olan kruvasanın, bilinenin aksine Fransız mutfağına ait değil, Avusturya kökenli olduğunu biliyor muydunuz? Rivayete göre, 1683 Viyana Kuşatmasının Osmanlılarca başarıya ulaştırılamaması ve Türklerin Avusturya topraklarını terk etmesi şerefine Viyanalı fırıncıların pişirdiği çörektir kruvasan. Türklerin bayrağındaki hilalden esinlenerek ay şeklinde üretilen ve yerel dilde “Kipfel” olarak adlandırılan kruvasan, Fransız mutfağına 18.yy ortalarında Avusturya İmparatoriçesinin kızı Marie Antoinette’in 16. Louis ile evlenmesi sonrasında Viyana’dan transfer olmuştur.  “Büyüyen ay” manasına gelen Croissant adını alan bu yiyecek, önce Fransız sarayına, ardından zaman içinde yerli halkın sofralarına kadar inmiş; bugünkü popüler kültürde Fransız mutfağının meşhur bir lezzeti olarak yer etmiştir.


** Yaşı gelen erkek çocukların yaz aylarında sünnet edilmesi geleneğinin II. Abdülhamid döneminden kalma bir uygulama olduğunu biliyor muydunuz? II. Abdülhamid döneminde padişahın tahta çıkış tarihi olan her 19 Ağustos’ta İstanbul’da toplu sünnet törenleri düzenlenirdi. Padişah bu törenlerde sünnet olan çocuklara “İhsan-ı Şahane” adıyla birer altın gönderirdi. İşte, her sene 19 Ağustos tarihinde yapılan bu törenlerin 30 yılı aşkın bir süre ardı ardına devam etmesiyle yaz ayları aynı zamanda bir sünnet mevsimi halini alır ve günümüze kadar bu şekilde gelir.


** Avusturyalı ünlü Türkolog ve filolog Tietze’nin yarıda kalan ansiklopedik çalışması haricinde bugün hala tam tekmil bir etimolojik sözlüğe sahip olmayan Türkçemiz üzerine dilbilimsel ilk çalışmalardan bir tanesinin 19. asrın ilk yarısında Arthur Lumley Davids tarafından “A Grammar of Turkish Language” adıyla 1832’de yayımlandığını biliyor muydunuz? Davids’in eseri tamamlamasının ardından henüz yirmili yaşlarında hayatını kaybetmesi üzerine bu eser annesi tarafından bir önsöz eklenerek dönemin Osmanlı padişahına ithaf edilmiş ve İstanbul’a gönderilmiştir. Bu kitap, yüzyılın geri kalanında Osmanlı münevverlerinin, özellikle de Yeni Osmanlıların temel başvuru kaynaklarından biri olmuştu.


** Osmanlı aydınlarının iktidarın baskı ve zulmünden şikâyet edip, anayasa ve meclis talepleri seslendirerek Avrupa’ya kaçtıkları, temel olarak rejime yönelik siyasi tartışmaların yaşandığı 1890’ların ilk yarısında, Amerika’da popüler tartışma konusunun ilköğretimde okuyan çocuklara verilen ev ödevinin kaldırılmasını ve ezberci eğitime son verilmesini kapsayan “Progresif Eğitim” olduğunu biliyor muydunuz? Peki, aynı yıllarda dünyanın bir başka ucunda, Yeni Zelanda’da kadınlara seçme hakkının tanındığını ve bunun tarihte bir ilk olduğunu duymuş muydunuz?

** Soğuk Savaş’ın zirvede olduğu 1957’de Sovyetlerin ilk uzay aracı Sputnik’i başarıyla uzaya göndermesi üzerine teknolojik alanda büyük bir darbe alan Amerika Birleşik Devletleri’nin, rakibinin icraatına kara çalmak yerine onun gerisine düşmüş olmayı kompanse etmek adına derhal bir kanun çıkararak, ortaöğretim müfredatında yer alan fen ve matematik derslerinin sayısını artırma kararı aldığını biliyor muydunuz?









Okuma Önerileri: Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, Timaş, 2010; İlker Aytürk, “Türk Dil Milliyetçiliğinde Batı Meselesi”, Doğu Batı, Ağustos-Ekim 2006; Andreas Tietze, Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lügati, cilt:1, A-E, Simurg, 2002; Mehmet Altan, Amerikan Rapsodisi, Can Yay., 2004; Hilmi Yavuz, “Pargalı İbrahim Paşa: Tarih ve Edebiyat”, Zaman, 6 Nisan 2011; Ahmet Örs, “Kruvasana Osmanlı Katkısı”, Sabah, 19 Temmuz 2009.

18 Haziran 2011 Cumartesi

Çaycı mısınız Kahveci mi?

Çay ve kahve…
Yüzyıllardır insanlığı kendisine meftun eden, tarih sahnesinin vazgeçilmez içecekleri onlar...

Pek çok konuda olduğu gibi çay ve kahve arasında da kamplara ayrılmıştır insanoğlu. Bir tarafta kahve tutkunları, diğer tarafta ise kendi tabirleri ile “çaykolikler”. Genellikle iki tarafın “agresif” üyeleri öteki kampa yukarıdan bakarlar ve bu durum üzerinden sırf tercihleri nedeniyle sahip olduklarına inandıkları üstünlüklerini yeniden üretirler. Onlara göre çay ya da kahve tutkunu olmak birer hayat tarzıdır ve bu seçimleri doğrudan doğruya onların kendi yaşamlarına, statülerine işaret eden ana sembolizmdir…
Yukarıda çerçevesini çizmeye gayret ettiğim tipolojinin en önemli temsilcilerinden biri, hiç şüphe yok ki, Fransız edebiyatının simge ismi Balzac’tır. Tam bir kahve bağımlısı olan Balzac, rivayete göre, 16 saatlik bir çalışma maratonunu sığdırdığı bir gününe tam 50 bardak kahveyi de sığdırırdı. Bu öylesine birkaç günlük bir serüven değil tam aksine mütemadiyen devam eden bir tiryakiliktir Balzac için. Kahveye olan düşkünlüğü nedeniyle “Modern Uyarıcılar” adında bir eser kaleme almış olan Balzac, edebiyat tarihçilerine göre “okyanuslar kadar” kahve içmiştir.
Neden kahve diye sorulduğunda Balzac bakın neler söylüyor: “Kahve tüm fikirleri bir savaş alanında, savaşırcasına sarsıyor! Anıları saldırı adımlarıyla hücuma kaldırıyor! Kahve mantığın topçusu, karşılaştırmaların hafif süvari alayıdır!”
Balzac öyle bir “kahve müdafaası” yapıyor ki, kullanılan mecaz ve sembollerin oluşturduğu diskur, okura argo tabirle “Balzac edebiyat parçalamış” dedirtiyor…
Fransız edibe göre, milletler çay içenler ve içmeyenler olarak ayrılmalıdır. Zira çay “dedikoduculuğu kışkırtır hatta İngiliz kadınlarının soluk benizlerinin nedenidir!”
Balzac’ta, İngiliz’e tepeden bakma temelli geleneksel Fransız kibrinin çay üzerinden kahvenin üstünlüğüne bağlandığını gözlemliyoruz…
Gelelim çay tarafına…
Bu kez örnek yakınlardan, Modern Türk edebiyatının önemli isimlerinden bir tanesinden…
Ahmet Haşim’den…
Geçtiğimiz günlerde (5 Haziran) ölüm yıldönümünde özenli bir sessizlik eşliğinde (!) andığımız son dönem Osmanlı/Türk edebiyatının önde gelen isimlerinden biri olan Haşim’in en büyük özelliklerinden birisi çaya olan düşkünlüğüdür.
Büyük bir titizlikle demlenen çayını Çin kâselerinde dostlarına sunacak derecede bir çay tiryakisi olan Haşim, Ruşen Eşref’e verdiği mülakatta bu durumu şöyle ifade ediyor: “Ben bu Çin kâsesinde neden çay içiyorsam, şiiri de onun için yazıyorum. Sırf bir lezzet meselesi!”.
Fakir, yalnız, içine kapanık ve ruhsal çalkantılarla dolu yaşantısının belki de tek büyük zevki “çay vaktiydi” Haşim için. Akşam vakti penceresinin kenarına oturup sokaktan geçenleri izlerken yudumladığı çay onun hayatını anlamlı kılan güzelliklerin başında geliyordu.
O kadar fakirdi ki…
Bırakalım bunun trajik yanını Yakup Kadri anlatsın: “Ahmet Haşim’i pırıl pırıl bir semaverin başında görmek gerekirdi lakin zavallı Haşim eksikliğini duyduğu birçok şey gibi bundan da yoksundu ve ölünceye kadar bir semaver sahibi olmanın hasretini çekti”.
Bakın Haşim çayı nasıl betimliyor: “Boyalı dudakların, gıybet veya haset ve iftira zevklerini tatmin için her gün beşte toplanmak ve konuşmak üzere ittihaz ettikleri çay, pişirilmesi resim gibi, şiir gibi sanat teşkil eden, içilmesi zarif bir takım merasime tabi olan adeta kutsi ve remzi bir içkidir”.
Her ne kadar “kahveci” Balzac’ın çay tiryakilerine yönelik sözlerini hatırlatan ifadeleri olmasa da Haşim tam bir çayseverdir ve kampının sadık bir üyesidir…
            Peki ya siz? Çaycı mısınız kahveci mi?
Okuma Önerileri: Beşir Ayvazoğlu, Benim Ömrüm Bir Ateşti, Ötüken Yay., 2000; Mehmet Altan, Bir Gecelik Aşklar Nereye Gider, Can Yay., 2004; Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Haşim Şiiri ve Hayatı, YKY, 2006; Tom Standage, Altı Bardakta Dünya Tarihi, Turkuaz Yay., 2009; Henry Hobhouse, Değişim Tohumları, Doğan Kitap, 2007.   

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Küçük Şeyler...

* Yıllar sonra çıkılan bir tren yolculuğu sırasında harika doğayı, yeşilin birkaç tonunu tekrar bir arada görmek… Ve tüm bunlara Schubert’in Bitmeyen Senfoni’sinin olağanüstü eşliği…
* Yekta Kopan’ın Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü kazanan öykü kitabı “Bir de Baktım Yoksun”…Tek kelimeyle harika! Özellikle Portobello 22: "Londra’da George Orwell’ın 22 numaralı evinin karşı kaldırımında bütün gün oturup, artık hayatta olmayan babanın hayalini gerçekleştirerek, Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü okumak"…
* 90’ların tek albümle çıkış yapan, bugün adı unutulan iki harika sesinden iki mükemmel parçayı yeniden dinlemek…Nilüfer Örer’den “Mevsim Bahar”, Sibel Sezal’dan “Gece Ay Şahit”…Müzi"kalite" denen şey bu olmalı…
* Cumhuriyet dönemi Türk mimarisinin önde gelen isimlerinden Turgut Cansever’in “Kubbeyi Yere Koyamamak” adlı eseri… Üç kez Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü kazanmış Cansever’in mülakatlarından oluşan bu kitapta ile Türkiye’de konut anlayışından modern korunaklı sitelere, cami mimarisinden Osmanlı şehirciliğine, Rönesans’ın mimari felsefesine olan etkilerinden kent kültürüne pek çok konuda ufuk açıcı orijinal değerlendirmeler yer alıyor; ilgilisi mutlaka okumalı…
* 19. yy Avrupa resminin önde gelen isimlerinden Avusturyalı Gustav Klimt’in kadın bedeni üzerine yoğunlaşan tabloları… 1905 tarihli Three Ages of a Woman mutlaka görülmeli…
* Dışavurumcu resmin ana kaynağı olan Alman ekspresyonistlerinin birbirinden ilginç tablolarının bir geçit töreni… New York’ta bulunan dünyaca ünlü Museum of Modern Arts’ın web sayfasında Edward Münch, Franz Marc, Otto Dix ve Eric Heckel gibi bu ekolün temsilcilerinin çalışmalarını görebilmek mümkün…
* Uykusuz geçen bir gecenin yarısında televizyonda New Orleans-Los Angeles Lakers maçı ile karşılaşıp, Chris Paul’ün tek başına harika bir oyunla Los Angeles’ı kendi sahasında mağlubiyete mahkûm etmesine şahit olmak…
* Antalya’da oynanan Antalya Büyükşehir-Fenerbahçe basketbol play-off maçı sayesinde 2000’lerin başından itibaren mükemmel kariyeri (Barcelona, Maccabi, Panathinaikos, Indiana Pacers) ile Avrupa’nın en iyi iki oyuncusundan biri olarak kabul edilen Sarunas Jasikevicius’u “dünya gözüyle” izleyebilmek…Kariyerinin son baharında hala pas hatalarını dahi kabullenemeyecek kadar hırslı olabilmek için “Saras” olmak gerek…
* Göztepe’nin şampiyonluğu...Süper Ligin bir altında maçlar izleyebilecek olmanın keyfi, heyecanı ve sabırsızlığı… 

8 Mayıs 2011 Pazar

Ryuichi Sakamoto

O bir müzik adamı…
Piyano üstadı…
Film müzikleriyle bir döneme damga vurmuş bir usta…
Aynı zamanda bir aktör…
Ülkesinin önde gelen kompozitörü…
O, Polikronik’in sözlük karşılığı (Umberto Eco’ya selam olsun)…
O, Ryuichi Sakamoto…

Ülkesi Japonya’da adı Yellow Magic Orchestra ile özdeşleşen, Japon geleneksel müziği ile Okinawa ezgilerini klasik müzik formatında birleştiren Sakamoto, ilk solo albümü 1978’de piyasaya çıktığında Japon müzik dünyasının gözde isimlerinden biri haline gelmişti. Albüme ismini veren Thousand Knives ile tarzını il günden belli etmişti Ryuichi…
Ardından ilk aktörlük deneyimi…
Ünlü aktör Takeshi Kitano ile birlikte rol aldığı “Merry Christmas Mr. Lawrence” adlı Japon filminde (1983), II. Dünya Savaşı’nda bir Japon esir kampının zalim kumandanı Yüzbaşı Yonoi olarak karşımıza çıkan Sakamoto’nun filmle aynı ismi taşıyan parçası ise savaşa ve kayıplarına yakılmış bir ağıttı adeta…
Ve 80’lerin sonu ile birlikte Batı müziği ve sinemasının kapıları usta bir yönetmenin aracılığıyla bir daha kapanmamak üzere kendisine açılır…
Bernardo Bertolucci…
1987-1993 arasındaki altı yılda üç kült filmini ardı ardına dünya sinemasına kazandıran ünlü İtalyan yönetmenin yanındaki isimlerden birisi olur Ryuichi Sakamoto…
Önce 1987’de Son İmparator,
Ardından 1990’da Çölde Çay,
Ve son olarak 1993’te Küçük Buda…
Sinema tarihinin bu üç abide filminin müzikleri Sakamoto’nun mahir parmaklarından çıkar…
Ve en büyük ödül…


1988’de düzenlenen 60. Oscar ödüllerinde en iyi film müziği kategorisinde ödülün kime verildiği şöyle anons edilir: “The Oscar goes to Ryuichi Sakamoto”
Son İmparator, en iyi film ve en iyi yönetmen dallarında alınan ödüllerin yanında bir de en iyi film müziği dalında akademi ödülü alarak Sakamoto’nun ismini Los Angeles semalarında dalgalandırır…
O artık müziğiyle, besteleriyle sadece dünya müzik tarihine değil aynı zamanda sinema endüstrisine de mal olmuş bir ustadır! Japonların gurur kaynağıdır…
O kadar üretken, o kadar çalışkandır ki, hiç durmaz, soundtrack çalışmaları hariç 40 civarında solo albüm çıkarır…
Bunlar arasında en iyilerinden biri 1998 tarihli kısa adı "BTTB" olan Back to the Basics’dir. Açılış parçası Energy Flow ve Railroad Man başta olmak üzere…
Bunlardan başka Rain, Merry Christmas Mr. Lawrence, Forbidden Colors, Seven Samurai, The Wuthering Heights ve Tong Poo birbirinden güzeldir…
Dinlemeye başladığınız andan itibaren içinde bulunduğunuz ortamı kusursuz bir meditasyon atmosferine çevirmeyi başaran Ryuichi Sakamoto diskografisi bu türde müzik sevenleri bir defa yakaladığında bir daha bırakmayacak cinsten…
Henüz dinlemeyenlere küçük bir pusula verelim:
“Debussy’yi sevenler Ryuichi’de büyük ustadan çok şey bulurlar”…
Uzun lafın kısası…
Sabahın ilk kahvesiyle açılmaya, yeni güne adapte olmaya çalışırken,
Özenle hazırlanmış ve uzun sürecek bir akşam yemeği masasında,
Veya…
Elde kalem kâğıt yahut klavye başında yazı yazarken,
Yağmurlu bir günde pencere kenarında oturup damlaların toprakla buluştuğu anlara şahitlik ederken,
Ya da gözleri tavana dikip, öylesine yatarken…
Bir parça sessizlik içerisinde,
Bir an olsun gözleri kapatıp, “başka zamanların, başka mekânların adamı olmak” ve tüm bunları dingin bir halet-i ruhiye içinde gerçekleştirmek isteyen “gündelik hayat kaçakları”…
İhtiyacınız olan tek şey Ryuichi Sakamoto ezgileri olabilir…      

6 Mayıs 2011 Cuma

Hüseyin Zan’ın Anısına…

Süheyl Eğriboz, Hüseyin Zan, Turgut Özatay, Önder Somer, Hüseyin Peyda, Kuzey Vargın, Cevdet Özalaş…
Bu isimler bugün kaç kişinin hatırında acaba…
Aslında hepimiz yakından tanıyoruz onları.
Onlar Yeşilçam’ın “Kötü Adamları”…
Yeşilçam’a adını veren dönemin filmlerine damgasını vuran gizli kahramanlardır aslında onlar…
Bizde kötü adam dendiğinde herkesin aklına ilk olarak Erol Taş gelir. Doğrudur; Erol Taş kötü adam rollerinin “kültleşmiş” bir numarasıdır. Herkes tarafından bilinir, tanınırdı. Hala da öyledir.
            Peki ya diğerleri? Cast’ta yardımcı oyuncu olarak lanse edilip ayan beyan figüran muamelesi görenler? Film perdesinde adları oyuncu listesinin “en sonunda” akanlar?
Onları filmlerde görür görmez tanırız, yüz ifadeleriyle, saç sakal şekilleri hatta rollerine has gülüşleriyle hepimizin aklına kazınmıştır onlar. Ama isimlerini sorsalar kolay kolay söyleyemeyiz. “Kötü adamlardır” onlar hepimiz için, o kadar…
            60’ların ortalarından itibaren 80’lere dek sayısız film onlarla doludur.
Kâh, Battal Gazi’nin Oğlu’na karşı “Kahpe Bizans’ın Yiğit Güzeli Elanora”yı ve imparatoru koruyan “gâvur” askeri olur; kâh Sezercik’in üvey babası olup filmin esas adamı, küçük kahramanın gerçek babası Ayhan Işık’tan temiz bir dayak yerler...
            Kâh Aşka Tövbe adlı ağır melodramda elinin viskisi ve purosuyla, sevenlerin, Şehbal ile Mübin’in arasına giren yakışıklı ama sevgi yoksunu anti-kahramanı canlandırır, kâh Kemal Sunal’ın “aba altından” feodal sistem eleştirisi yapan köy filmlerinde “zalim ve şedid” ağanın sadık kolluk kuvvetini oluşturan marabalar olarak karşımıza çıkarlar…
            Kumar oynarlar, içki şişeleri ellerinden düşmez, kadına kıza bir hayli düşkündürler, adam öldürmekten çekinmeyen patronlarının sadık adamlarıdır onlar…
            Rolleri icabı pek akıllı oldukları söylenemez; genellikle kendilerine söyleneni yaparlar: Kötülük.
            Yeşilçam kanunları gereği, her zaman iyiler kazandığı, kötüler kaybettiği ve her hikâye bir biçimde mutlu sona bağlandığı içindir ki “gök kubbe altında hoş bir sada bırakan” daima iyi adamlar ve esas oğlanlar olagelmiştir.
Bu yüzden Ayhan Işık, Ediz Hun, Kartal Tibet, Tarık Akan, Cüneyt Arkın geniş kitlelerce sevilir, saygı görür.
Erol Taş, Coşkun Göğen-namı diğer Tecavüzcü Coşkun, Kenan Pars ya da Sırrı Elitaş’ın ise pek sevildikleri söylenemez. (Zaman zaman canlandırdıkları karakterin etkisinde fazlasıyla kalan Türk seyircisinden İstiklal’in ortasında tekme tokat dayak yedikleri bile görülmüştür.)
Hâlbuki filmi geriye sarıp, Yeşilçam’ın yerleşik kalıplarına bir kez olsun tersinden bakmayı denesek göreceğiz ki, o ünlü filmleri ve kahramanlarını yaratan, büyüten, kalplere ve zihinlere birer iyilik timsali, ahlak sahibi, dürüstlük abidesi olarak nakşeden aslında hep bu kötü adamlardır. Onların saldırıları, ahlaksızlıkları olmasa iyilerin iyiliği, dürüstlerin dürüstlüğü bu kadar net yansıtılabilir miydi beyazperdeye?
Sözün özü,
Yeşilçam “denkleminde” iyi adamların iyiliği kötü adamların kötülüğü üzerinden yaratılmış, her yeni filmde tekrar üretilmiştir!
Bir başka deyişle,
Esas oğlanları esas oğlan yapan, kahramanları gerçekten kahraman yapanlardır “bizim” anti-kahramanlar!
Ne yazık ki, Türk sinemasının bu gerçek “emekçilerinin” film setlerinde gördükleri figüran muamelesini hayat da onlardan esirgememiş…
Filmlerden tanıdığımız bu adamların çoğu sefalet içinde yaşamlarını sürdürmüş; ancak “günlük yaşayabilmiş”, ailelerine dahi zorluklarla bakabilmişlerdir. Hastalıklarında doğru dürüst tedavi olamamışlar, ihtiyaçlarını karşılayamamışlardır.
Hayatının son günlerine kadar, 88 yaşındaki “ihtiyar delikanlı” Kenan Pars Bakırköy’de işlek bir yol üzerinde piyango bileti satarak geçinmeye çalışıyordu…
Dün 80 yaşında kaybettiğimiz ve aslında bu yazıya ilham kaynağı olan bir başka kötü adam Hüseyin Zan, Yalova’nın bir kasabasında olta satarak ve balık tutarak hala ve hala ailesine bakmanın gayreti içindeydi…
 “Dayağı biz yedik parayı başkaları kazandı” diyen Süheyl Eğriboz ise bir röportajında başından geçen bir olayı anlatırken şunları söylemişti: “Charles Bronson’la Üç Yeşil Köpek filminde oynuyorum. Tarabya otelinde iş paydos oldu. “Süheyl, arabayı getir de bir dolaşalım.” dedi. ‘Arabam yok’ demeye utandım. “Arabayı tamire çektim.” dedim... Adam demez mi; “Senin bir tane mi araban var?” .
Charles Bronson nire, bizim Süheyl Eğriboz nire? Ne bilsin “elin” Amerikalısı…
Bu ve diğer örnekler, sinemayla ilgili bu memleketteki en üst organdan başlamak üzere herkesin boynuna bir vebaldir!
Türk Sinemasını ve Yeşilçam olgusunu yaratanlar sadece Şener Şen’ler, Kemal Sunal’lar, Filiz Akın’lar, Hülya Koçyiğit’ler değildir…
Arap Celal, Danyal Topatan, Hüseyin Baradan, Behçet Nacar, Yıldırım Gencer, Hayati Hamzaoğlu ve Bilal İnci gibi, o dönemlerin rejisörlerinin deyimiyle “yardımcı oyuncular” olmadan Yeşilçam gerçeği anlaşılamaz.
Unutmayalım, bir döneme damgasını vuran Yeşilçam klasiklerinde, her biri “en az 100 filmde boy göstermiş” olan bu “kötü adamlar” vardır. Ve o filmlerdir Yeşilçam nostaljisini bugünlere taşıyan…
Çoğumuz farkında değiliz ama onlar aslında Yeşilçam’ın gerçek “ev sahipleri”…