20 Haziran 2011 Pazartesi

Kıyıdan Köşeden...


** Bu yılın en çok tartışılan ve izlenen dizilerinin başında gelen Muhteşem Yüzyıl’ın şimdilerde “makbul” gelecekte ise “maktul” olacak olan baş veziri Pargalı İbrahim’i konu alan ilk tarihi romanın bundan tam 370 yıl önce, 1642’de (Pargalı İbrahim Paşa’nın ölümünden 106 sene sonra) Mademoiselle de Scudery adlı bir Fransız yazar tarafından kaleme alındığını ve dört cilt halinde yayımlandığını biliyor muydunuz?


** Kahvaltıların yahut akşamüstü çaylarının aranan lezzetlerinden olan kruvasanın, bilinenin aksine Fransız mutfağına ait değil, Avusturya kökenli olduğunu biliyor muydunuz? Rivayete göre, 1683 Viyana Kuşatmasının Osmanlılarca başarıya ulaştırılamaması ve Türklerin Avusturya topraklarını terk etmesi şerefine Viyanalı fırıncıların pişirdiği çörektir kruvasan. Türklerin bayrağındaki hilalden esinlenerek ay şeklinde üretilen ve yerel dilde “Kipfel” olarak adlandırılan kruvasan, Fransız mutfağına 18.yy ortalarında Avusturya İmparatoriçesinin kızı Marie Antoinette’in 16. Louis ile evlenmesi sonrasında Viyana’dan transfer olmuştur.  “Büyüyen ay” manasına gelen Croissant adını alan bu yiyecek, önce Fransız sarayına, ardından zaman içinde yerli halkın sofralarına kadar inmiş; bugünkü popüler kültürde Fransız mutfağının meşhur bir lezzeti olarak yer etmiştir.


** Yaşı gelen erkek çocukların yaz aylarında sünnet edilmesi geleneğinin II. Abdülhamid döneminden kalma bir uygulama olduğunu biliyor muydunuz? II. Abdülhamid döneminde padişahın tahta çıkış tarihi olan her 19 Ağustos’ta İstanbul’da toplu sünnet törenleri düzenlenirdi. Padişah bu törenlerde sünnet olan çocuklara “İhsan-ı Şahane” adıyla birer altın gönderirdi. İşte, her sene 19 Ağustos tarihinde yapılan bu törenlerin 30 yılı aşkın bir süre ardı ardına devam etmesiyle yaz ayları aynı zamanda bir sünnet mevsimi halini alır ve günümüze kadar bu şekilde gelir.


** Avusturyalı ünlü Türkolog ve filolog Tietze’nin yarıda kalan ansiklopedik çalışması haricinde bugün hala tam tekmil bir etimolojik sözlüğe sahip olmayan Türkçemiz üzerine dilbilimsel ilk çalışmalardan bir tanesinin 19. asrın ilk yarısında Arthur Lumley Davids tarafından “A Grammar of Turkish Language” adıyla 1832’de yayımlandığını biliyor muydunuz? Davids’in eseri tamamlamasının ardından henüz yirmili yaşlarında hayatını kaybetmesi üzerine bu eser annesi tarafından bir önsöz eklenerek dönemin Osmanlı padişahına ithaf edilmiş ve İstanbul’a gönderilmiştir. Bu kitap, yüzyılın geri kalanında Osmanlı münevverlerinin, özellikle de Yeni Osmanlıların temel başvuru kaynaklarından biri olmuştu.


** Osmanlı aydınlarının iktidarın baskı ve zulmünden şikâyet edip, anayasa ve meclis talepleri seslendirerek Avrupa’ya kaçtıkları, temel olarak rejime yönelik siyasi tartışmaların yaşandığı 1890’ların ilk yarısında, Amerika’da popüler tartışma konusunun ilköğretimde okuyan çocuklara verilen ev ödevinin kaldırılmasını ve ezberci eğitime son verilmesini kapsayan “Progresif Eğitim” olduğunu biliyor muydunuz? Peki, aynı yıllarda dünyanın bir başka ucunda, Yeni Zelanda’da kadınlara seçme hakkının tanındığını ve bunun tarihte bir ilk olduğunu duymuş muydunuz?

** Soğuk Savaş’ın zirvede olduğu 1957’de Sovyetlerin ilk uzay aracı Sputnik’i başarıyla uzaya göndermesi üzerine teknolojik alanda büyük bir darbe alan Amerika Birleşik Devletleri’nin, rakibinin icraatına kara çalmak yerine onun gerisine düşmüş olmayı kompanse etmek adına derhal bir kanun çıkararak, ortaöğretim müfredatında yer alan fen ve matematik derslerinin sayısını artırma kararı aldığını biliyor muydunuz?









Okuma Önerileri: Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, Timaş, 2010; İlker Aytürk, “Türk Dil Milliyetçiliğinde Batı Meselesi”, Doğu Batı, Ağustos-Ekim 2006; Andreas Tietze, Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lügati, cilt:1, A-E, Simurg, 2002; Mehmet Altan, Amerikan Rapsodisi, Can Yay., 2004; Hilmi Yavuz, “Pargalı İbrahim Paşa: Tarih ve Edebiyat”, Zaman, 6 Nisan 2011; Ahmet Örs, “Kruvasana Osmanlı Katkısı”, Sabah, 19 Temmuz 2009.

18 Haziran 2011 Cumartesi

Çaycı mısınız Kahveci mi?

Çay ve kahve…
Yüzyıllardır insanlığı kendisine meftun eden, tarih sahnesinin vazgeçilmez içecekleri onlar...

Pek çok konuda olduğu gibi çay ve kahve arasında da kamplara ayrılmıştır insanoğlu. Bir tarafta kahve tutkunları, diğer tarafta ise kendi tabirleri ile “çaykolikler”. Genellikle iki tarafın “agresif” üyeleri öteki kampa yukarıdan bakarlar ve bu durum üzerinden sırf tercihleri nedeniyle sahip olduklarına inandıkları üstünlüklerini yeniden üretirler. Onlara göre çay ya da kahve tutkunu olmak birer hayat tarzıdır ve bu seçimleri doğrudan doğruya onların kendi yaşamlarına, statülerine işaret eden ana sembolizmdir…
Yukarıda çerçevesini çizmeye gayret ettiğim tipolojinin en önemli temsilcilerinden biri, hiç şüphe yok ki, Fransız edebiyatının simge ismi Balzac’tır. Tam bir kahve bağımlısı olan Balzac, rivayete göre, 16 saatlik bir çalışma maratonunu sığdırdığı bir gününe tam 50 bardak kahveyi de sığdırırdı. Bu öylesine birkaç günlük bir serüven değil tam aksine mütemadiyen devam eden bir tiryakiliktir Balzac için. Kahveye olan düşkünlüğü nedeniyle “Modern Uyarıcılar” adında bir eser kaleme almış olan Balzac, edebiyat tarihçilerine göre “okyanuslar kadar” kahve içmiştir.
Neden kahve diye sorulduğunda Balzac bakın neler söylüyor: “Kahve tüm fikirleri bir savaş alanında, savaşırcasına sarsıyor! Anıları saldırı adımlarıyla hücuma kaldırıyor! Kahve mantığın topçusu, karşılaştırmaların hafif süvari alayıdır!”
Balzac öyle bir “kahve müdafaası” yapıyor ki, kullanılan mecaz ve sembollerin oluşturduğu diskur, okura argo tabirle “Balzac edebiyat parçalamış” dedirtiyor…
Fransız edibe göre, milletler çay içenler ve içmeyenler olarak ayrılmalıdır. Zira çay “dedikoduculuğu kışkırtır hatta İngiliz kadınlarının soluk benizlerinin nedenidir!”
Balzac’ta, İngiliz’e tepeden bakma temelli geleneksel Fransız kibrinin çay üzerinden kahvenin üstünlüğüne bağlandığını gözlemliyoruz…
Gelelim çay tarafına…
Bu kez örnek yakınlardan, Modern Türk edebiyatının önemli isimlerinden bir tanesinden…
Ahmet Haşim’den…
Geçtiğimiz günlerde (5 Haziran) ölüm yıldönümünde özenli bir sessizlik eşliğinde (!) andığımız son dönem Osmanlı/Türk edebiyatının önde gelen isimlerinden biri olan Haşim’in en büyük özelliklerinden birisi çaya olan düşkünlüğüdür.
Büyük bir titizlikle demlenen çayını Çin kâselerinde dostlarına sunacak derecede bir çay tiryakisi olan Haşim, Ruşen Eşref’e verdiği mülakatta bu durumu şöyle ifade ediyor: “Ben bu Çin kâsesinde neden çay içiyorsam, şiiri de onun için yazıyorum. Sırf bir lezzet meselesi!”.
Fakir, yalnız, içine kapanık ve ruhsal çalkantılarla dolu yaşantısının belki de tek büyük zevki “çay vaktiydi” Haşim için. Akşam vakti penceresinin kenarına oturup sokaktan geçenleri izlerken yudumladığı çay onun hayatını anlamlı kılan güzelliklerin başında geliyordu.
O kadar fakirdi ki…
Bırakalım bunun trajik yanını Yakup Kadri anlatsın: “Ahmet Haşim’i pırıl pırıl bir semaverin başında görmek gerekirdi lakin zavallı Haşim eksikliğini duyduğu birçok şey gibi bundan da yoksundu ve ölünceye kadar bir semaver sahibi olmanın hasretini çekti”.
Bakın Haşim çayı nasıl betimliyor: “Boyalı dudakların, gıybet veya haset ve iftira zevklerini tatmin için her gün beşte toplanmak ve konuşmak üzere ittihaz ettikleri çay, pişirilmesi resim gibi, şiir gibi sanat teşkil eden, içilmesi zarif bir takım merasime tabi olan adeta kutsi ve remzi bir içkidir”.
Her ne kadar “kahveci” Balzac’ın çay tiryakilerine yönelik sözlerini hatırlatan ifadeleri olmasa da Haşim tam bir çayseverdir ve kampının sadık bir üyesidir…
            Peki ya siz? Çaycı mısınız kahveci mi?
Okuma Önerileri: Beşir Ayvazoğlu, Benim Ömrüm Bir Ateşti, Ötüken Yay., 2000; Mehmet Altan, Bir Gecelik Aşklar Nereye Gider, Can Yay., 2004; Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Haşim Şiiri ve Hayatı, YKY, 2006; Tom Standage, Altı Bardakta Dünya Tarihi, Turkuaz Yay., 2009; Henry Hobhouse, Değişim Tohumları, Doğan Kitap, 2007.