11 Ağustos 2011 Perşembe

Allah ile Aldatmak

           Yayımlandığı günlerde satın aldığım ancak bir ilginç bir şekilde bir türlü odaklanıp, okuma fırsatı bulamadığım Yaşar Nuri Öztürk’ün Allah ile Aldatmak adlı eserini içinde bulunduğumuz Ramazan ayı sebebiyle bu kez özellikle elime alarak okudum. Birkaç günümü alan bu detaylı okuma sırasında hem yazarın değindiği önemli mevzulara derinlemesine nüfuz edebilmek hem de öne sürdüğü iddialara delil teşkil etmesi bakımından Elmalılı Hamdi Yazır’ın Kuran-ı Kerim mealini de yanımdan ayırmadığımı, sıkça bu önemli kaynağa da müracaat ettiğimi belirteyim.
            Yazar dört yüz sayfalık hacimli çalışmasında, Allah ile Aldatmak olarak tanımladığı konuyu ticaretten siyasete, dini kurum ve kişiliklerin tutumlarından din-gelenek ilişkisine değin geniş bir yelpazede değerlendiriyor. Çıkış noktası olarak da Kuran-ı Kerim’de yer alan Fatır ve Lokman surelerindeki ayetleri belirliyor. Örneğin Fatır suresi 5. ayette şöyle deniyor: “Ey insanlar! Haberiniz olsun ki Allah’ın vaadi muhakkak gerçektir. Sakın o dünya hayatı sizi aldatmasın ve sakın o mağrur şeytan sizi Allah hakkında aldatmasın”. Benzer ifadelere Lokman suresi 33. ayet ile Hadid suresi 14. ayette de şahit oluyoruz.
            Yazar Öztürk’ün “Allah ile aldatmak” ibaresiyle kastettiği, özet olarak, her nevi dünya işinde Allah’ın adını, dinini ve kitabını kullanıp, onu şahit göstermek suretiyle bizatihi Allah’ın ve dininin yasak kıldığı şeylerin yapılması; insanların/inananların doğru yolun bu olduğuna inandırılması, iman ettikleri değerlerin aslından uzaklaştırılarak başkalarının menfaatlerine uygun hale getirilmesidir.
 Ticari, siyasi ve ahlaki anlamlarda takiye kavramını tam manasıyla içeren bu kavramsallaştırma içerisinde Allah’ın kendisi, peygamberleri, dini ve kitapları dünyevi ve şahsi menfaatler uğruna araçsallaştırılmaktadır.
Bu bağlam içerisine klasik anlamda dindar ile dinci arasındaki farkı da iliştirmek kabildir, bana göre. Örneğin, dindar/mütedeyyin olarak tanımlanan kimse tutum ve davranışlarında, ibadetlerinde tek kıstas olarak Allah’ın rızasını kazanmayı belirlemiş olan kimsedir.  Öztürk’e göre, “dindar, her şeyden önce dini Allah’a varmanın, O’nun hoşnutluğunu kazanmanın daha iyi ve daha yetkin insan olmanın yolu ve kurumu olarak bilen ve bu anlayışla yaşamaya çalışan insandır”. (ss. 73-74)
Dinci ise en genel manada dindarın aksine her şeyde önce Allah’ın rızasını kazanmayı değil kendi çıkarlarını gözetmeyi tercih edendir. İlk sırada gelen şahsi menfaatlerdir bireysel çıkarlardır. Bu tipler “en iyi inanan” pozu takınıp başkalarının iman derecesi hakkında yorumlarda bulunmayı da ihmal etmezler: “Dincinin belirgin niteliklerinden biri de sürekli bir biçimde başkalarının dini-imanı hakkında hüküm vermektir. Dinci Allah’ın kulları ile uğraştığının onda biri kadar Allah’a kul olmak için uğraşsaydı dünya cennete dönerdi”. (ss. 74-75)
            Dindar-dinci ikili karşılaştırmasının en temel içeriklerinden bir tanesi de Allah-kul arası ilişkinin adlarından biri olan “takva”dır. Takva, sakınma manasına gelip, Allah’ın yasak kıldıklarından sakınma anlamına gelir. Takva üzerine yaşayan kimse ise muttaki olarak nitelendirilir Kuran terminolojisinde.
Yaşar Nuri Öztürk’e göre, Allah ile Aldatma’nın alt başlıklarından biri olan “Allah ile korkutma” takva konusunda yapılan “bilinçli” yanlış tanımdan ileri gelmektedir. Öztürk’e göre, takva “Allah’tan korkmak” değil, “O’nun iradesine ters düşen şeylerden sakınmaktır”. Takva sahibi/Muttaki ise “Allah’tan korkan” değil “O’nun iradesine ters düşen şeylerden sakınan kimsedir”. (s.107)
“Korkmak başka sakınmak başka” diyen Öztürk’ün ifadesine göre “dini ve Allah’ı korku aracı haline getiren geleneksel korkucu din anlayışı” büyük yanlışlar içerisindedir.
            “Allah katında en değerliniz, takvada en ileri olanınızdır” (Hucurat,13) ayetinden yola çıkarak takva sahibi olmanın günümüzde insanlar arasında bir “değer ölçüsü” haline getirildiğini iddia eden Öztürk’e göre, insanları bu şekilde ayrıma tabi tutmak en büyük günahlardandır. Zira kimin ne derece takva sahibi olup olmadığını yalnızca Allah bilmektedir.      Bu bağlamda geçtiğimiz yıllarda yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında “Millet dindar cumhurbaşkanı istiyor” şeklinde yapılan propagandanın din ve akıl dışı olduğunu söyleyen Öztürk bu yolla “din adına dinsizlik” yapıldığının altını şu sözlerle çiziyor: “Millet eğer böyle bir şey istemişse vahimdir, eğer istememiş de birileri onun adına avukatlıkla söz söylüyorsa bu daha da vahimdir. Çünkü millet ve din adına vicdansızca yalan söylenerek ülke aldatılıyor”. (s. 59)
            Allah ile aldatmanın tarihsel çizgide başlangıç noktası olarak Emevi dönemine işaret eden Öztürk ilk örnek olarak Sıffin Savaşı’nda yaşanan meşhur Kuran ayetleri olayını veriyor: “Müslüman kitlelerin Allah ile aldatılması, Emevi kralı Muaviye’nin Hz. Ali’nin ordusunu aldatmak için Kuran sayfalarını mızrak uçlarına takıp “aramızda bir kitap hakem olsun” diyerek sergilediği şeytanetle başladı”. (s.81)
Allah ile aldatmanın Anadolu İslamı’na sirayeti ise İslam’ın Araplaştırılmasıyla başlamıştır yazara göre. Hâlbuki “Anadolu Hümanizmi’ne vücut veren İbni Arabi’de, Hacı Bektaş’ta, Mevlana’da, Yunus’da ve onların izinden giden alperenlerde Allah ile aldatma yoktur”. Ve ekliyor Öztürk: “13.yy Anadolusunda İbni Arabi-Mevlana-Hacı Bektaş-Yunus Emre (Erkan-ı Erbaa) dörtgeninde oluşan “yalnız Allah için İslam” ve “insana sevgi ve saygıya dayanan din” bugün bile eşine tanık olmadığımız muhteşem bir rahmet uygarlığının canlı kaynağı idi. Biz buna Anadolu Hümanizmi diyoruz”. (s. 81)
            Çalışması boyunca sıklıkla referans verdiği Roger Garaudy’den bu noktada iki kavrama gönderme yapıyor Öztürk: Tahakküm ve Kurtuluş Teolojisi.
Garaudy tahakküm teolojisi kavramı ile Kuran’ın bir kenara bırakılıp, eski Arapçı yorumların din haline getirilmesi ve insanlığa din olarak sunulmasını ifade etmeye çalışıyor. Bunun karşısın koyduğu Kurtuluş Teolojisi ile ise Kuran’ın özünden çıkarılan evrensel ilkeler doğrultusunda bir kurtuluşa ermeyi nitelemektedir: “Gelenekçi Arap-Emevi İslamı Kuran’ın ölümsüz evrensel ilkelerini insanlığa tanıtmamak tembellik ve beceriksizliği ile kalmamış, bu ilkelere gidebilecek yolları tıkamak gibi büyük bir hıyanetin de faili olmuştur. O ilahlaştırdığı ve Kuran’ın üzerine bindirdiği eski yorumlarla-ki Garaudy bunu çöl fıkhı olarak tanımlar-Kuran’ın hayat verici dünyasına giden yolları tıkamış, insanlıkla Kuran arasına aşılmaz geçitler koymuştur”. (s.87)
            Kuran’a ve dine ait ilkelerin, mesajların anlaşılabilmesi için Öztürk “tedebbür” kavramına ciddi manada vurgu yapmaktadır.
Kuran’ın anlaşılabilmesi için yıllardır anadile Kuran okumanın ve ibadetin önemine değindiğini ifade eden Öztürk’e göre “okunan metinlerin anlaşılması ve anlamlar üzerinde derinlemesine düşünülmesi” anlamına gelen tedebbür Kuran’ın altını ısrarla çizdiği bir kavramdır: “Kuran’a göre, Kuran okumak esas anlamıyla tedebbür etmektir. Kuran okumak asıl anlamıyla tedebbür etmektir. Tedebbür için okunan metnin dilini bilmek ilk şart olduğuna göre, Arapça bilmeyen bir Müslüman’ın tedebbür emrini yerine getirmesi için Kuran’ı anladığı dildeki çevirisinden okuması şarttır”.  (s. 160)
            Kadınların örtünmesi konusu her daim en popüler tartışma konusu memleketimizde. Bugün bilinen manada tesettürün Kuran’ın ilgili ayetlerinde-başta Nur/31 olmak üzere- olmadığını ifade eden Öztürk şunları söylemektedir: “Nur 31. ayette bir emir vardır ama o göğsün kapatılmasıdır. Başın-saçların kapatılmasına ilişkin emrin o ayetten çıkarılması zorlama ile bile mümkün olmaz”. (s. 190)
Bu bağlamda Müslüman Kardeşler Örgütü’nün kurucusu Hasan el-Benna’nın kardeşi, İslam âlimi Cemal el-Benna’dan aktarılan şu sözler oldukça ilginçti: “Kadının başını örtmesi gerektiğine dair hiçbir yerde yazılmış tek satır yoktur. İleri sürülen tek talep kadının göğsünü örtmesinden ibarettir. Ne var ki örtü çok eski bir gelenek. Gelenekler ise dinden güçlü. Geleneği devam ettirebilmek adına din kisvesi kullanılıyor. Kuran’dan böyle kadın düşmanı yorumları çıkaranlar öncelikle iktidarla ilgilidir. Bu bir iktidar meselesidir”. (s.192)
Bunun tam bir iktidar meselesi olduğu bu kadar aşikâr iken, sosyolojik temelde geleneklerin toplumların yaşantısında yeri geldiğinde dinin de önüne geçtiği gerçeğini de atlamadan, bunu olanca açıklığı ile ifade eden satırları Cemal el-Benna gibi görece dinin daha radikal kesimini temsil ettiği düşünülen bir isimden işitmek bir hayli şaşırtıcı. Lakin gerçek her yerde gerçek burada görüldüğü üzere.
            Ve birkaç popüler konu arasından seçtiğim helal gıda meselesi…
            Allah ile aldatmanın aktüel araçlarından biri olarak gördüğü “helal gıda kalpazanlığının” kısaca “İslam fıkhına yalan söyleterek Hıristiyanların kestiği et yenmez sloganıyla Müslümanları aldatıp, hijyen kurallarına uyulmadan kesilmiş kaçak etleri İslami kurallara göre kesilmiş veya helal gıda teranesiyle hem de daha yüksek fiyatlara satanlar” tarafından yapıldığını söylüyor Öztürk. Ve ekliyor: “Oysaki değil bir mezhebin fetvası, bütün mezheplerin ittifakıyla Ehlikitap diye anılan Yahudi ve Hıristiyanların kestikleri etler hiçbir kayıt ve şart aranmaksızın helaldir, yenir”. (s. 232)
            Bu noktada Maide suresi 5. ayette yer alan şu ifade yol gösterici niteliktedir: “Kendilerine kitap verilen ümmetlerin yemekleri size helal, sizin yemekleriniz de onlara helaldir”.
            Yaşar Nuri Öztürk çalışmasının son çeyreğini ise din-siyaset ilişkisi çerçevesinde Allah ile aldatmanın bu topraklar üzerindeki tarihsel seyrine doğru bir yolculuğa çıkarıyor okuru. Pek çok ilginç ve yerinde tespitlerin yapıldığı bu zihin açıcı bölümde dikkat çekici bir bölüm yer alıyor, son olarak buna değineyim.
            Kamu mallarının talan edilmesi meselesi…
            Maun suresinde yer alan ilgili ayetlerden yola çıkan Yaşar Nuri Öztürk (hocanın son kitabı Maun suresi üzerinedir) kamu malını talan eden, şahsi menfaatine alet eden ya da ettiği bilinen kimselerin cenaze namazlarına Hz. Muhammed’in katılmadığını söylemekte. Bu son derece çarpıcı bilgiye delil olarak muhaddis ve fakihlerin anlattıklarını gösteren Öztürk şöyle diyor: “Hz. Peygamber kamunun haklarına, mallarına musallat olanların, Kuran’sal deyimle “gulul suçu işleyenlerin” cenaze namazlarını kılmazdı. Bu Muhammedi tavır, Türkiye’yi yönetenlere, siyasetçilerimize, kamu mevkilerinin su başlarında bulunanlara, ibadetleri şov aracı yapanlara ithaf olunur”. (s. 228)
            Bir tarafta “devletin malı deniz, yemeyen domuz” diyen “geleneklerimiz”; diğer tarafta devlet malına tevessül edeni, kamu hakkına musallat olanı cenazesini kılmayacak kadar dışlayan Muhammedi tavır, diğer deyişle İslamiyet yani dinimiz…
            Bu örnek hem yukarıda değindiğimiz gibi geleneklerin nasıl dini inancımızın üzerine çıktığının bir göstergesi hem de inandığımızı beyan ettiğimiz bir inanç sisteminin doğrularından, prensiplerinden ne denli uzakta kaldığımızın suratlarımıza çarpılması anlamına geliyor…
            Kendimizce önemli gördüğümüz noktalara özet bir şekilde değinip, başkalarının da okuması amacıyla kaleme aldığımız bu oldukça uzun tanıtımda Yaşar Nuri Hoca’nın söz konusu kitabının yarısına ancak değinebilmişizdir.
Şurası bir gerçek ki, Allah ile Aldatmak, bazen tekrara düşüyor hissi uyandırsa da, dini bilgilerden siyasi analizlere kayıp aradaki bağlantıyı okura her daim aynı kuvvette aksettiremese de, ortaya konan analizlere katılıp-katılmamak bir tarafa, din bezirgânlığının çoktan alıp yürüdüğü ahir zamanda herkesin okuması gereken bir eser…
İnananların nasıl kandırıldığı, din adına hangi dindışılıkların servis edildiği, Allah’ın ve kitabının nasıl kişi ve grup çıkarları uğruna çarpıtıldığı, iman edilen değerlerin/inançların nasıl suiistimal edildiğini faş eden bir kitap Allah ile Aldatmak…