18 Haziran 2011 Cumartesi

Çaycı mısınız Kahveci mi?

Çay ve kahve…
Yüzyıllardır insanlığı kendisine meftun eden, tarih sahnesinin vazgeçilmez içecekleri onlar...

Pek çok konuda olduğu gibi çay ve kahve arasında da kamplara ayrılmıştır insanoğlu. Bir tarafta kahve tutkunları, diğer tarafta ise kendi tabirleri ile “çaykolikler”. Genellikle iki tarafın “agresif” üyeleri öteki kampa yukarıdan bakarlar ve bu durum üzerinden sırf tercihleri nedeniyle sahip olduklarına inandıkları üstünlüklerini yeniden üretirler. Onlara göre çay ya da kahve tutkunu olmak birer hayat tarzıdır ve bu seçimleri doğrudan doğruya onların kendi yaşamlarına, statülerine işaret eden ana sembolizmdir…
Yukarıda çerçevesini çizmeye gayret ettiğim tipolojinin en önemli temsilcilerinden biri, hiç şüphe yok ki, Fransız edebiyatının simge ismi Balzac’tır. Tam bir kahve bağımlısı olan Balzac, rivayete göre, 16 saatlik bir çalışma maratonunu sığdırdığı bir gününe tam 50 bardak kahveyi de sığdırırdı. Bu öylesine birkaç günlük bir serüven değil tam aksine mütemadiyen devam eden bir tiryakiliktir Balzac için. Kahveye olan düşkünlüğü nedeniyle “Modern Uyarıcılar” adında bir eser kaleme almış olan Balzac, edebiyat tarihçilerine göre “okyanuslar kadar” kahve içmiştir.
Neden kahve diye sorulduğunda Balzac bakın neler söylüyor: “Kahve tüm fikirleri bir savaş alanında, savaşırcasına sarsıyor! Anıları saldırı adımlarıyla hücuma kaldırıyor! Kahve mantığın topçusu, karşılaştırmaların hafif süvari alayıdır!”
Balzac öyle bir “kahve müdafaası” yapıyor ki, kullanılan mecaz ve sembollerin oluşturduğu diskur, okura argo tabirle “Balzac edebiyat parçalamış” dedirtiyor…
Fransız edibe göre, milletler çay içenler ve içmeyenler olarak ayrılmalıdır. Zira çay “dedikoduculuğu kışkırtır hatta İngiliz kadınlarının soluk benizlerinin nedenidir!”
Balzac’ta, İngiliz’e tepeden bakma temelli geleneksel Fransız kibrinin çay üzerinden kahvenin üstünlüğüne bağlandığını gözlemliyoruz…
Gelelim çay tarafına…
Bu kez örnek yakınlardan, Modern Türk edebiyatının önemli isimlerinden bir tanesinden…
Ahmet Haşim’den…
Geçtiğimiz günlerde (5 Haziran) ölüm yıldönümünde özenli bir sessizlik eşliğinde (!) andığımız son dönem Osmanlı/Türk edebiyatının önde gelen isimlerinden biri olan Haşim’in en büyük özelliklerinden birisi çaya olan düşkünlüğüdür.
Büyük bir titizlikle demlenen çayını Çin kâselerinde dostlarına sunacak derecede bir çay tiryakisi olan Haşim, Ruşen Eşref’e verdiği mülakatta bu durumu şöyle ifade ediyor: “Ben bu Çin kâsesinde neden çay içiyorsam, şiiri de onun için yazıyorum. Sırf bir lezzet meselesi!”.
Fakir, yalnız, içine kapanık ve ruhsal çalkantılarla dolu yaşantısının belki de tek büyük zevki “çay vaktiydi” Haşim için. Akşam vakti penceresinin kenarına oturup sokaktan geçenleri izlerken yudumladığı çay onun hayatını anlamlı kılan güzelliklerin başında geliyordu.
O kadar fakirdi ki…
Bırakalım bunun trajik yanını Yakup Kadri anlatsın: “Ahmet Haşim’i pırıl pırıl bir semaverin başında görmek gerekirdi lakin zavallı Haşim eksikliğini duyduğu birçok şey gibi bundan da yoksundu ve ölünceye kadar bir semaver sahibi olmanın hasretini çekti”.
Bakın Haşim çayı nasıl betimliyor: “Boyalı dudakların, gıybet veya haset ve iftira zevklerini tatmin için her gün beşte toplanmak ve konuşmak üzere ittihaz ettikleri çay, pişirilmesi resim gibi, şiir gibi sanat teşkil eden, içilmesi zarif bir takım merasime tabi olan adeta kutsi ve remzi bir içkidir”.
Her ne kadar “kahveci” Balzac’ın çay tiryakilerine yönelik sözlerini hatırlatan ifadeleri olmasa da Haşim tam bir çayseverdir ve kampının sadık bir üyesidir…
            Peki ya siz? Çaycı mısınız kahveci mi?
Okuma Önerileri: Beşir Ayvazoğlu, Benim Ömrüm Bir Ateşti, Ötüken Yay., 2000; Mehmet Altan, Bir Gecelik Aşklar Nereye Gider, Can Yay., 2004; Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Haşim Şiiri ve Hayatı, YKY, 2006; Tom Standage, Altı Bardakta Dünya Tarihi, Turkuaz Yay., 2009; Henry Hobhouse, Değişim Tohumları, Doğan Kitap, 2007.