18 Mayıs 2011 Çarşamba

Küçük Şeyler...

* Yıllar sonra çıkılan bir tren yolculuğu sırasında harika doğayı, yeşilin birkaç tonunu tekrar bir arada görmek… Ve tüm bunlara Schubert’in Bitmeyen Senfoni’sinin olağanüstü eşliği…
* Yekta Kopan’ın Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü kazanan öykü kitabı “Bir de Baktım Yoksun”…Tek kelimeyle harika! Özellikle Portobello 22: "Londra’da George Orwell’ın 22 numaralı evinin karşı kaldırımında bütün gün oturup, artık hayatta olmayan babanın hayalini gerçekleştirerek, Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü okumak"…
* 90’ların tek albümle çıkış yapan, bugün adı unutulan iki harika sesinden iki mükemmel parçayı yeniden dinlemek…Nilüfer Örer’den “Mevsim Bahar”, Sibel Sezal’dan “Gece Ay Şahit”…Müzi"kalite" denen şey bu olmalı…
* Cumhuriyet dönemi Türk mimarisinin önde gelen isimlerinden Turgut Cansever’in “Kubbeyi Yere Koyamamak” adlı eseri… Üç kez Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü kazanmış Cansever’in mülakatlarından oluşan bu kitapta ile Türkiye’de konut anlayışından modern korunaklı sitelere, cami mimarisinden Osmanlı şehirciliğine, Rönesans’ın mimari felsefesine olan etkilerinden kent kültürüne pek çok konuda ufuk açıcı orijinal değerlendirmeler yer alıyor; ilgilisi mutlaka okumalı…
* 19. yy Avrupa resminin önde gelen isimlerinden Avusturyalı Gustav Klimt’in kadın bedeni üzerine yoğunlaşan tabloları… 1905 tarihli Three Ages of a Woman mutlaka görülmeli…
* Dışavurumcu resmin ana kaynağı olan Alman ekspresyonistlerinin birbirinden ilginç tablolarının bir geçit töreni… New York’ta bulunan dünyaca ünlü Museum of Modern Arts’ın web sayfasında Edward Münch, Franz Marc, Otto Dix ve Eric Heckel gibi bu ekolün temsilcilerinin çalışmalarını görebilmek mümkün…
* Uykusuz geçen bir gecenin yarısında televizyonda New Orleans-Los Angeles Lakers maçı ile karşılaşıp, Chris Paul’ün tek başına harika bir oyunla Los Angeles’ı kendi sahasında mağlubiyete mahkûm etmesine şahit olmak…
* Antalya’da oynanan Antalya Büyükşehir-Fenerbahçe basketbol play-off maçı sayesinde 2000’lerin başından itibaren mükemmel kariyeri (Barcelona, Maccabi, Panathinaikos, Indiana Pacers) ile Avrupa’nın en iyi iki oyuncusundan biri olarak kabul edilen Sarunas Jasikevicius’u “dünya gözüyle” izleyebilmek…Kariyerinin son baharında hala pas hatalarını dahi kabullenemeyecek kadar hırslı olabilmek için “Saras” olmak gerek…
* Göztepe’nin şampiyonluğu...Süper Ligin bir altında maçlar izleyebilecek olmanın keyfi, heyecanı ve sabırsızlığı… 

8 Mayıs 2011 Pazar

Ryuichi Sakamoto

O bir müzik adamı…
Piyano üstadı…
Film müzikleriyle bir döneme damga vurmuş bir usta…
Aynı zamanda bir aktör…
Ülkesinin önde gelen kompozitörü…
O, Polikronik’in sözlük karşılığı (Umberto Eco’ya selam olsun)…
O, Ryuichi Sakamoto…

Ülkesi Japonya’da adı Yellow Magic Orchestra ile özdeşleşen, Japon geleneksel müziği ile Okinawa ezgilerini klasik müzik formatında birleştiren Sakamoto, ilk solo albümü 1978’de piyasaya çıktığında Japon müzik dünyasının gözde isimlerinden biri haline gelmişti. Albüme ismini veren Thousand Knives ile tarzını il günden belli etmişti Ryuichi…
Ardından ilk aktörlük deneyimi…
Ünlü aktör Takeshi Kitano ile birlikte rol aldığı “Merry Christmas Mr. Lawrence” adlı Japon filminde (1983), II. Dünya Savaşı’nda bir Japon esir kampının zalim kumandanı Yüzbaşı Yonoi olarak karşımıza çıkan Sakamoto’nun filmle aynı ismi taşıyan parçası ise savaşa ve kayıplarına yakılmış bir ağıttı adeta…
Ve 80’lerin sonu ile birlikte Batı müziği ve sinemasının kapıları usta bir yönetmenin aracılığıyla bir daha kapanmamak üzere kendisine açılır…
Bernardo Bertolucci…
1987-1993 arasındaki altı yılda üç kült filmini ardı ardına dünya sinemasına kazandıran ünlü İtalyan yönetmenin yanındaki isimlerden birisi olur Ryuichi Sakamoto…
Önce 1987’de Son İmparator,
Ardından 1990’da Çölde Çay,
Ve son olarak 1993’te Küçük Buda…
Sinema tarihinin bu üç abide filminin müzikleri Sakamoto’nun mahir parmaklarından çıkar…
Ve en büyük ödül…


1988’de düzenlenen 60. Oscar ödüllerinde en iyi film müziği kategorisinde ödülün kime verildiği şöyle anons edilir: “The Oscar goes to Ryuichi Sakamoto”
Son İmparator, en iyi film ve en iyi yönetmen dallarında alınan ödüllerin yanında bir de en iyi film müziği dalında akademi ödülü alarak Sakamoto’nun ismini Los Angeles semalarında dalgalandırır…
O artık müziğiyle, besteleriyle sadece dünya müzik tarihine değil aynı zamanda sinema endüstrisine de mal olmuş bir ustadır! Japonların gurur kaynağıdır…
O kadar üretken, o kadar çalışkandır ki, hiç durmaz, soundtrack çalışmaları hariç 40 civarında solo albüm çıkarır…
Bunlar arasında en iyilerinden biri 1998 tarihli kısa adı "BTTB" olan Back to the Basics’dir. Açılış parçası Energy Flow ve Railroad Man başta olmak üzere…
Bunlardan başka Rain, Merry Christmas Mr. Lawrence, Forbidden Colors, Seven Samurai, The Wuthering Heights ve Tong Poo birbirinden güzeldir…
Dinlemeye başladığınız andan itibaren içinde bulunduğunuz ortamı kusursuz bir meditasyon atmosferine çevirmeyi başaran Ryuichi Sakamoto diskografisi bu türde müzik sevenleri bir defa yakaladığında bir daha bırakmayacak cinsten…
Henüz dinlemeyenlere küçük bir pusula verelim:
“Debussy’yi sevenler Ryuichi’de büyük ustadan çok şey bulurlar”…
Uzun lafın kısası…
Sabahın ilk kahvesiyle açılmaya, yeni güne adapte olmaya çalışırken,
Özenle hazırlanmış ve uzun sürecek bir akşam yemeği masasında,
Veya…
Elde kalem kâğıt yahut klavye başında yazı yazarken,
Yağmurlu bir günde pencere kenarında oturup damlaların toprakla buluştuğu anlara şahitlik ederken,
Ya da gözleri tavana dikip, öylesine yatarken…
Bir parça sessizlik içerisinde,
Bir an olsun gözleri kapatıp, “başka zamanların, başka mekânların adamı olmak” ve tüm bunları dingin bir halet-i ruhiye içinde gerçekleştirmek isteyen “gündelik hayat kaçakları”…
İhtiyacınız olan tek şey Ryuichi Sakamoto ezgileri olabilir…      

6 Mayıs 2011 Cuma

Hüseyin Zan’ın Anısına…

Süheyl Eğriboz, Hüseyin Zan, Turgut Özatay, Önder Somer, Hüseyin Peyda, Kuzey Vargın, Cevdet Özalaş…
Bu isimler bugün kaç kişinin hatırında acaba…
Aslında hepimiz yakından tanıyoruz onları.
Onlar Yeşilçam’ın “Kötü Adamları”…
Yeşilçam’a adını veren dönemin filmlerine damgasını vuran gizli kahramanlardır aslında onlar…
Bizde kötü adam dendiğinde herkesin aklına ilk olarak Erol Taş gelir. Doğrudur; Erol Taş kötü adam rollerinin “kültleşmiş” bir numarasıdır. Herkes tarafından bilinir, tanınırdı. Hala da öyledir.
            Peki ya diğerleri? Cast’ta yardımcı oyuncu olarak lanse edilip ayan beyan figüran muamelesi görenler? Film perdesinde adları oyuncu listesinin “en sonunda” akanlar?
Onları filmlerde görür görmez tanırız, yüz ifadeleriyle, saç sakal şekilleri hatta rollerine has gülüşleriyle hepimizin aklına kazınmıştır onlar. Ama isimlerini sorsalar kolay kolay söyleyemeyiz. “Kötü adamlardır” onlar hepimiz için, o kadar…
            60’ların ortalarından itibaren 80’lere dek sayısız film onlarla doludur.
Kâh, Battal Gazi’nin Oğlu’na karşı “Kahpe Bizans’ın Yiğit Güzeli Elanora”yı ve imparatoru koruyan “gâvur” askeri olur; kâh Sezercik’in üvey babası olup filmin esas adamı, küçük kahramanın gerçek babası Ayhan Işık’tan temiz bir dayak yerler...
            Kâh Aşka Tövbe adlı ağır melodramda elinin viskisi ve purosuyla, sevenlerin, Şehbal ile Mübin’in arasına giren yakışıklı ama sevgi yoksunu anti-kahramanı canlandırır, kâh Kemal Sunal’ın “aba altından” feodal sistem eleştirisi yapan köy filmlerinde “zalim ve şedid” ağanın sadık kolluk kuvvetini oluşturan marabalar olarak karşımıza çıkarlar…
            Kumar oynarlar, içki şişeleri ellerinden düşmez, kadına kıza bir hayli düşkündürler, adam öldürmekten çekinmeyen patronlarının sadık adamlarıdır onlar…
            Rolleri icabı pek akıllı oldukları söylenemez; genellikle kendilerine söyleneni yaparlar: Kötülük.
            Yeşilçam kanunları gereği, her zaman iyiler kazandığı, kötüler kaybettiği ve her hikâye bir biçimde mutlu sona bağlandığı içindir ki “gök kubbe altında hoş bir sada bırakan” daima iyi adamlar ve esas oğlanlar olagelmiştir.
Bu yüzden Ayhan Işık, Ediz Hun, Kartal Tibet, Tarık Akan, Cüneyt Arkın geniş kitlelerce sevilir, saygı görür.
Erol Taş, Coşkun Göğen-namı diğer Tecavüzcü Coşkun, Kenan Pars ya da Sırrı Elitaş’ın ise pek sevildikleri söylenemez. (Zaman zaman canlandırdıkları karakterin etkisinde fazlasıyla kalan Türk seyircisinden İstiklal’in ortasında tekme tokat dayak yedikleri bile görülmüştür.)
Hâlbuki filmi geriye sarıp, Yeşilçam’ın yerleşik kalıplarına bir kez olsun tersinden bakmayı denesek göreceğiz ki, o ünlü filmleri ve kahramanlarını yaratan, büyüten, kalplere ve zihinlere birer iyilik timsali, ahlak sahibi, dürüstlük abidesi olarak nakşeden aslında hep bu kötü adamlardır. Onların saldırıları, ahlaksızlıkları olmasa iyilerin iyiliği, dürüstlerin dürüstlüğü bu kadar net yansıtılabilir miydi beyazperdeye?
Sözün özü,
Yeşilçam “denkleminde” iyi adamların iyiliği kötü adamların kötülüğü üzerinden yaratılmış, her yeni filmde tekrar üretilmiştir!
Bir başka deyişle,
Esas oğlanları esas oğlan yapan, kahramanları gerçekten kahraman yapanlardır “bizim” anti-kahramanlar!
Ne yazık ki, Türk sinemasının bu gerçek “emekçilerinin” film setlerinde gördükleri figüran muamelesini hayat da onlardan esirgememiş…
Filmlerden tanıdığımız bu adamların çoğu sefalet içinde yaşamlarını sürdürmüş; ancak “günlük yaşayabilmiş”, ailelerine dahi zorluklarla bakabilmişlerdir. Hastalıklarında doğru dürüst tedavi olamamışlar, ihtiyaçlarını karşılayamamışlardır.
Hayatının son günlerine kadar, 88 yaşındaki “ihtiyar delikanlı” Kenan Pars Bakırköy’de işlek bir yol üzerinde piyango bileti satarak geçinmeye çalışıyordu…
Dün 80 yaşında kaybettiğimiz ve aslında bu yazıya ilham kaynağı olan bir başka kötü adam Hüseyin Zan, Yalova’nın bir kasabasında olta satarak ve balık tutarak hala ve hala ailesine bakmanın gayreti içindeydi…
 “Dayağı biz yedik parayı başkaları kazandı” diyen Süheyl Eğriboz ise bir röportajında başından geçen bir olayı anlatırken şunları söylemişti: “Charles Bronson’la Üç Yeşil Köpek filminde oynuyorum. Tarabya otelinde iş paydos oldu. “Süheyl, arabayı getir de bir dolaşalım.” dedi. ‘Arabam yok’ demeye utandım. “Arabayı tamire çektim.” dedim... Adam demez mi; “Senin bir tane mi araban var?” .
Charles Bronson nire, bizim Süheyl Eğriboz nire? Ne bilsin “elin” Amerikalısı…
Bu ve diğer örnekler, sinemayla ilgili bu memleketteki en üst organdan başlamak üzere herkesin boynuna bir vebaldir!
Türk Sinemasını ve Yeşilçam olgusunu yaratanlar sadece Şener Şen’ler, Kemal Sunal’lar, Filiz Akın’lar, Hülya Koçyiğit’ler değildir…
Arap Celal, Danyal Topatan, Hüseyin Baradan, Behçet Nacar, Yıldırım Gencer, Hayati Hamzaoğlu ve Bilal İnci gibi, o dönemlerin rejisörlerinin deyimiyle “yardımcı oyuncular” olmadan Yeşilçam gerçeği anlaşılamaz.
Unutmayalım, bir döneme damgasını vuran Yeşilçam klasiklerinde, her biri “en az 100 filmde boy göstermiş” olan bu “kötü adamlar” vardır. Ve o filmlerdir Yeşilçam nostaljisini bugünlere taşıyan…
Çoğumuz farkında değiliz ama onlar aslında Yeşilçam’ın gerçek “ev sahipleri”…

3 Mayıs 2011 Salı

60 yıl sonra Beat Kuşağı

Geçtiğimiz hafta içinde yayın dünyasında yeni bir haber gündeme bomba gibi düştü. Sel Yayıncılık tarafından yayımlanmaya başlayan William Seward Burroughs’un meşhur cut-up üçlemesinin ilk kitabı Yumuşak Makine hakkında Çocukları Muzır Yayınlardan Koruma Kurulu tarafından soruşturma başlatıldı. Ne tesadüf ki, bundan iki yıl önce yine Sel Yayınları, cinsellik kategorisinde yayımladığı Genç Bir Don Juan’ın Maceraları, Görgülü ve Bilgili Bir Burjuva Kadınının Mektupları ve Perinin Sarkacı isimli kitaplar nedeniyle davalık olmuştu. Şimdilerde ise yayınevine Burroughs nedeniyle yine mahkeme yolları gözüküyor.
            Burroughs yazar kimliğinin de ötesinde aktivizmi ve Amerikan popüler kültüründeki edebi-siyasi pozisyonu sebebiyle önemli bir isim. Bir kuşağın önde gelen sembollerinden biri olması nedeniyle aynı zamanda tarihsel bir figür:
            Beat Kuşağı…
            Burroughs Jack Kerouac ve Allen Ginsberg ile birlikte Amerika’nın 60’larına damgasını vuran Beat Kuşağı’nın öncü kuvvetidir. Kendilerine daha sonraları katılan Gary Snyder ve Lawrence Ferlinghetti gibi dönemin ünlü edebiyatçıları/şairleriyle yepyeni bir zihniyeti, bir siyasi duruşu, entelektüel muhalefeti başlatmışlardır.
            İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından yerleşik Amerikan değerlerine, tipik Amerikan muhafazakâr yaşam tarzına ve onun adeta üzerine inşa olunduğu inanç ve düşünüş biçimlerine yükselen ilk büyük, ciddi itirazın adıdır Beat Generation.
Beat üyelerine göre Amerikan Devleti totaliter ve faşist bir idare haline gelmişti. Beat Kuşağı’nın ve Amerikan savaş karşıtlığının/anti-militarizminin en büyük simgelerinden olan Howl (Uluma) şiirinde Ginsberg “Neslimin en iyi beyinlerinin çılgınlıkla yıkıldığını gördüm” der. Hiç şüphesiz ki bu beyinleri yıkan kurulu Amerikan sistemidir…
Ginsberg, dönemin bir diğer önemli edebiyatçısı Michael McClure’a göre, “Amerika’nın sert duvarına, ordularına, akademilerine, kurumlarına, düzenin sahiplerine ve güç destekli temellerine karşı gürlemiştir”. Öyle ki, şiir yayımlanır yayımlanmaz toplatılmış; yayıncısı Ferlinghetti yargılanmıştır.
America adlı şiir ise Ginsberg’ün Amerikan devletine ve militarizmine olan reddiyesi gibidir: “America, when will we end the human war? Go fuck yourself with your atom bomb…” (Bu şiirin Cevat Çapan çevirisi Türkçede görebildiğim kadarıyla en iyisidir.)
Burroghs, Kerouac ve Ginsberg önderliğindeki Beat Kuşağı ABD’ye Sosyal Yalan (Social Lie) adını layık bulmuştu:
Amerika’nın durumu, zenginliği, imkânları söylendiği şekliyle tamamıyla bir sosyal yalandı onlar için. Fakirlikten ve açlıktan ölen insanlar Beat üyelerini ülkelerinden tiksindiriyordu. İnsanların giydiklerine, kullandıkları arabalara ve tatillerini geçirdikleri yerlere göre değerlendirilmesi ve bunun hiç kimse tarafından yadırganmayacak şekilde yaygınlaşıp, adeta bir hayat algısı oluşturmasına itiraz ediyorlardı.
Beat üyelerine göre, devletin koyduğu her kurala sorgu sual etmeksizin robotik bir şekilde itaat etmek asla kabul edilebilir değildir. Bırakın devleti ve onun koyduğu kuralları, kilisenin varlığı dahi gereksizdir. Anarşizmin zirvelerinde gezinen bu düşünceye göre, bir inanç kurumu olmanın ötesine uzanan Kilise oldukça uzun bir süredir toplumsal bir otorite kaynağı halindedir. Devlet, devletin kuralları, bizzat devlet tarafından verilen eğitim ve en nihayetinde Kilise tarafından oluşturulan sözde inanç dünyası ile “ideal bireyler” yetiştirilmektedir. Ama kimin için ideal? Esas sorulması gereken soru budur bu kuşağın temsilcilerine göre.
Amerikan Rüyası’nı bir sosyal yalan olarak niteleyen, Amerikan devletinin tüm kurum ve kurallarını reddeden Beat Kuşağı’na göre, “bireyler ancak ve ancak kendilerini saran tüm bu unsurlardan ve ahlak olarak lanse edilen gayri ahlakiliğin tasfiyesinden sonra tam manasıyla insan hayatı sürebilirler”.   
Beat Kuşağı’nın Amerikan konformizmine olan şiddetli eleştirisi ve itirazı ise kendisini bu kuşağın ürünlerinde bir hayli yoğun olarak kullanılan uyuşturucu kullanımı, eşcinsellik ve anarşizmde göstermişti.
Burroughs da eserlerinde bunu hayli yoğun bir biçimde kullanmıştı. Zaman zaman pornografik bir düzeye erişecek kadar…
Cut-up adı verilen ve kendisi ile anılan yeni bir teknikle yazmıştı meşhur üçlemesini Burroughs. Bir nevi kolaj olarak görülebilecek bu teknikte Burroughs popüler kültürün bir çok öğesini aynı anda kullanmış; kendi deyimiyle “seçkin silahları bir araya getirmiştir”. Üçlemenin ilk eseri şimdilerde ülkemizde soruşturma konusu olan Yumuşak Makine idi. 1961’de Soft Machine ismiyle Amerika’da yayımlandı. Serinin ikinci kitabı The Ticket That Exploded (Patlamış Bilet adıyla Sel Yayıncılık tarafından Türkçe’ye kazandırıldı) 1962’de; üçüncü ve son kitabı olan Dead Fingers ise 1963’te yayımlanmıştı…
İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’sında bir post-war aktivizmi olarak ortaya çıkan, 1948’de New York Times’da John Holmes imzasıyla “İşte Beat Kuşağı” adıyla yayımlanan bir makale ile protest kimliğini ilk kez gün ışığına çıkaran, kendisinden sonra gelecek Hippilere ve Çiçek Çocuklara ilham kaynağı olan, Bob Dylan ve Jim Morrison’dan Janis Joplin’e uzanan bir müzik kültürünün damarlarına kan pompalayan Beat Kuşağı ile ülkemiz yarım yüzyıl sonra bambaşka bir çağda bambaşka bir algılar, imajlar dünyasında, son yılların moda tabiriyle, yüzleşiyor…
60’lar gençliğinin siyasal ve kültürel muhalefetini temsil eden, o dönemin dünyasını kasıp kavuran Beat Kuşağı’nın temel ürünlerinden 21. yüzyılda bir ülkenin gençliğini koruma altına almaya çalışmak…
Çoğunluğunun Beat Kuşağı’nın ne olduğundan bile bihaber olduğu bir gençliği Burroughs’un satırlarına karşı koruma altına almak…
Her tür bilginin saniyenin onda birinde ulaşılabilir hale geldiği günümüz dünyasında basılı metni gençliğe zararlı bulmak…
Ne denebilir ki?
An gelir söz biter…

Okuma Önerisi:
James J. Farrell, The Spirit of the Sixties-Making Post War Radicalism, Routledge, New York, 1997.